Bu Blogda Ara

28 Ağustos 2011 Pazar

KOS ADASI(İSTANKÖY)


On iki adaların en büyüklerinden olan Kos adası diğer adıyla İstanköy Bodrum yarımadasının sadece 8 mil uzağındadır. Ege’nin en güzel ve en karakteristik Yunan Adası sayılan bu adada 32.000 yaşayanı olmasına rağmen yılda 1 Milyona yakın turiste ev sahipliği yapmaktadır. Ege Denizinde Türkiye’ye en yakın Yunan Adası’dır. Kos Adası’na Hem Turgutreis’ten hem de Bodrum limanından her gün birçok sefer yapılmaktadır.
Ayrıca adada bir havalimanı bulunur. Kos Adası Çok gelişmiş bir turizm cenneti sayılmaktadır.
Kos Adası’nda doğmuş ve sonrasında Anadolu’nun kuzeyini gezerek çalışmalarını sürdürmüş olan Hipokrat Kos Adası’nın tıp biliminde de duyulmasını sağlamıştır. Adada yaşayan halkın yaklaşık % 10’u Türk’tür. Şarapları, Zeytinyağı ve baharatları ile zenginlikleri bulunan ada bir dönem Büyük İskender’in zamanında elde edilen ganimetleri deposu olarak kullanılmaktaydı.
Adanın tarihinde Kayralılar, Persler, Romalıların Helenist çağa kadar bulundukları görülür.
Kos Adası bir dönemde hekim Hipokrat, ressam Apelles, şair Philates ve Theocritus Prenslerin eğitim almak için geldikleri bir merkezde oldu.
1500’lü yıllarda Türklerin hâkimiyetinde olan Kos Adası 1912 de İtalyan II. Dünya Savaşında Almanlarca idare edildi. 1947 yılında ise Kos Adası tamamen Yunanistan a bırakıldı.
Kos adasında uygulanan ana din ise Yunan Ortodoksluğudur. Ayrıca Kos Müslüman toplumuna hitap eden bir camiye sahiptir. Adada bulunan Roma Katolik kilisesi yanı sıra İkinci Dünya Savaşı’nda ortadan kaldırılan bir Sinagog’da bulunur.
Restore edilen bu Sinagog Kos belediyesi tarafından çeşitli olaylarda özellikle kültürel olanlar için kullanılmaktadır.

TARİHİ GÜMÜŞ KEMERLER

GÜMÜŞ KEMERLER...


GÜMÜŞ KEMERLER...


GÜMÜŞ KEMERLER...
GÜMÜŞ KEMERLER...


GÜMÜŞ KEMERLER...


GÜMÜŞ KEMERLER...


GÜMÜŞ KEMERLER...


GÜMÜŞ KEMERLER...


GÜMÜŞ KEMERLER...


ALINTIDIR.

KEMER VE TOKALARI

KEMER VE TOKALARI
İlk başlarda bir ihtiyaç sonucu kullanılmaya başlanan kemerler, zaman içinde giyimin önemli bir aksesuarına dönüştü. Böyle olunca da özellikle tokaları bir sanat eseri gibi işlenerek, önemli bir mücevhere dönüştü. Kemer, atalarımızın bize, adına atlı bozkır kültürü denilen zamanlardan, yani M.Ö. ikinci asırlardan kalma bir hediyesidir. Daha o zamanlar, Türkler, kemeri bir ihtiyaç ve süs vasıtası olarak kullanmışlardı. Türk mezarları olarak bilinen kurganlarda yapılan kazılarda elde edilen birçok eserin yanı sıra, çok sayıda, değişik teknik ve üsluplarda, altından ve diğer madenlerden yapılmış kemer tokaları dikkati çekmektedir. İşte bu kemerler, Türkler’in kurdukları çeşitli devletlerden sonra, onların torunları olan Anadolu Türkleri’nin elinde değişe yoğrula aşağıda anlatacağımız kemer ve tokalarla noktalanıyordu. Toka kelimesi Türkçe olup eski manasıyla iki akar suyun birleştiği yer demektir. Zamanla dilde birçok şekillerde kullanılmıştır. Tokalaşmak iki elin birleşmesi, karşılıklı mutabakat, anlaşma, birleşme manalarında olup, manadan maddeye geçişte kemer tokasına ifade kazandırmıştır. Bugün artık şarkı, şiir ve eski resimlerde kalmış olan kemerler, dünkü giyinme ve süslenme hayatımızın bir parçası idi. İçtimai durumu ve cinsiyeti ne olursa olsun, herkesin çeşitli durumlar için kuşandığı birkaç kemeri olurdu. Bu kemerler bir devirde o kadar çok rağbet görmüştür ki, dervişler bile etrafı madenlerle çerçevelenmiş akik, kantaşı, yeşim vb.’den yapılmış tokalı kemerler takarlardı ve onlar tarikatlarının alameti sayılırdı.
Kemer, iki ile beş parmak eninde, beli bir kere dolandıktan sonra toka ile nihayetlenen bir giyim tamamlayıcısıdır. Kemerin tokası ile beraber bir bütün olarak sanat eseri olanlarının yanı sıra, çoğunluğunda esas önemli ve sanat eseri olan kısımları tokalardır. Kemerler, kuşaklar gibi her gün kullanılmayıp, kutlu ve mutlu günlerde güzel elbiseler üzerine takılırlardı.  Mesela gelinlere kemer bağlamak bir gelenek olmuştur. Gelinin babası, eğer vefat etmiş ise en yakın erkek akrabalarından biri, gelin elbisesi olan bindallı üzerine, kendi gücünün elverdiği nisbette kıymetli bir kemer takardı. Daha sonra gelin bir kılıç üzerinden atlatılır ve babası tarafından sırtı sıvazlanarak hayırlı evlatlar yetiştirmesi temenni edilirdi. Kemerler, özellikle Anadolu’nun değişik yörelerinde milli karakterlerinin de ötesinde, bölgelere göre karakter kazanmışlardır. Mesela Karadeniz yöresinde altından veya gümüşten hasır örgü kemerler, Doğu Anadolu’da sevadlı gümüş kemerler, Orta Anadolu savadlı gümüş kemerler, Orta Anadolu ve Trakya’da telkari kemer bağlamak düğün ve eğlencelerde adet haline gelmişti. Özellikle İstanbul kemerleri kıymetli kumaşlardan yapılmış olup, tokaları altın ve gümüştendi. Bu altın veya gümüşten yapılmış tokaların üzerlerine genellikle mıhlama tekniği ile yeşim ve mercan gibi kıymetli taşlar döşenirdi.
İstanbul’da saray için yapılan bu murassa kemerlerin, padişaha ait olanlarının bir başka görevleri vardı: Kılıç kuşanma: Gerçi bütün ordu mensupları kılıçlarını bellerindeki kemerden sarkan zincirlere asarlardı ama, Osmanlı’da kılıç kuşanma, Batı’daki kralların taç giyme merasimine denkti. Tahta çıkan her padişah biat merasimini takip eden hafta içersinde, herhangi bir gün sabah namazından sonra yola çıkardı. Genellikle saltanat kayığı ile deniz yolundan Eyüp Sultan’a gider, Eyüp Sultan Hazretleri’nin türbesini ziyaret eder ve orada kılıç kuşanırdı. (Kılıç, kemerden sarkan biri uzun diğeri kısa olan zincirlere, kılıcın kınındaki halkalardan asılır.) Daha sonra padişah at ile karadan saraya dönerken, yol üzerindeki atalarının türbelerini ziyaret ederdi. Osmanlı sultanlarından ilk defa İkinci Murat 1421 yılında Bursa’da kılıç kuşanmıştır. İstanbul’da ise Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra Eyüp Sultan’da hocası Ak Şemseddin’in elinden kılıç kuşanmıştır. Yine hemen hemen Anadolu’nun her yanında, tokaları kakma tekniği ile yapılmış sade ve tombaklı kemerlere de sıkça rastlanırdı. Bu durumda kemerlerimizi kaba bir sıralama ile şöyle sınıflandırabiliriz:
1- Kemeri ve tokası madenden yapılanlar: Genellikle gümüşten, zengin aileler için ise altından yapılmışlardır. Gümüş üzerine savatlama tekniğinde, telkari tekniğinde (haddeden çekilmiş gümüş tellerden), hasır örgü tekniğinde veya kalem işi tekniklerinde yapılırlar.
2- Kemerleri kumaştan, tokaları madenden yapılanlar: Bunlarda süslü olan sadece tokalardır. Kemer ise kıymetli kumaştan yapılmıştır. Mıhlama; zümrüt, mercan, akik ve yeşim gibi kıymetli taşları madeni tokaya çakma tekniği, kakma (kabartma çökertme) tekniği ile yapılan son derece zarif şekiller veya bakır veya gümüşü tombaklama (civa ile altın kaplama) tekniklerinde yapılırlar.
3- Kıymetli kumaşlar üzerine altın telle işlemeli kemerler: Tek renkli kıymetli kumaştan yapılmış, her tarafı altın tellerle oya oya işlemeli kemerler veya kumaştan kemer üzerine, madenden değişik tekniklerde yapılmış ve takılmış, baklalı kemerler.
4- Etrafı maden ile çerçevelenmiş yekpare taşlı kemerler: Bunlar genellikle akik taşından yapılmış olup, tarikat mensuplarınca kullanılmış sade kemerlerdir. Özellikle bektaşilerde rastlanır.

alıntıdır


GİRİT'İN KISA KAYIP TARİHİ...



İşte size Girit’in kısa kayıp tarihi hakkında bilgi notu:


Girit, Osmanlılar devrinde Girit adası halkının önce bağımsızlık, sonra Yunanistan’a katılma amacıyla ayaklanması, bu yüzden doğan olaylara verilen addır.. Girit’in Rum asıllı halkı ilk olarak 1821′de Osmanlı yönetimine başkaldırdı. Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa bu ayaklanmayı bastırmakla görevlendirildi.

Yunanistan’ın Osmanlı devletinden ayrılarak bağımsızlık bir krallık oluşundan sonra Girit’te ikinci bir ayaklanma oldu. (1830), Mehmet Ali Paşa bunu da bastırdı (1831).

Görevini yapmadığını Mısır’daki davranışları ile bir kere daha göstermiştir…

Ancak, adadaki milliyetçilik akımının gelişmesi ve Yunanistan’ın giriştiği yoğun propaganda sebebiyle Girit’te huzur bir türlü sağlanamadı. 1840 Londra Antlaşmasından sonra burasının yönetimi Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa’dan alındı. Yunan mültecileri tarafından çıkartılan bir isyan da Mustafa Naili Paşa tarafından kolaylıkla bastırıldı (1841).

İsyan bastırılması Osmanlı usülü değil…İngiliz usülü olamalıydı…..ve İngilizler o zülümlere,o soykırımlara, o caniliklere, o insanlık dışı davranışlara karşı hala İngiliz Milletler Camiasının hamisi olarak devam edebiliyorlar….ne kadar enteresan değil mi??



En önemli ayaklanma 1866′da oldu. Asiler, Yunanistan’a katıldıklarını ilan ettiler. Osmanlılar bunu kabul etmediler. Sadrazan Ali Paşa işe el koydu. Sonunda üye çoğunluğunu Rumların teşkil ettiği bir meclisin kurulmasıyla ayaklanma bastırıldı. Daha sonra adanın Rum halkı çeşitli haklar istemeğe başladı. 1877-1878′de yapılan antlaşmalarla ada valisinin Rum, yardımcısının Türk olması, 80 üyelik meclise 50 Rum üyenin seçilmesi, resmi işlem ve yazışmaların hepsinde Rumca’nın kullanılması kabul edildi.

işte size en büyük hata bugünlerde de bunu ülkemizde senaryoları uygulanıyor…


Girit meselesi 1897′de yeniden alevlendi. Yunan hükümeti ve Etniki Eterya cemiyetinin açık ve gizli kışkırtmaları sonucunda adada geniş bir çete faaliyeti başladı. Bu arada Yunanlılar Girit’e 1500 kişilik bir askeri kuvvet çıkardılar. İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya’nın desteğini kazanmak için her türlü yola başvurdular. Ancak Osmanlı hükümetinin iç işlerine yabancıların karıştırmamak konusundaki kararlı tutumu karşısında batılı devletler, Yunanlıların adadan kuvvetlerini çekmesi için donanmalarıyla Girit’i abluka altına aldılar.

Ezeli hamilikleri yakında kimlere yapacaklar göreceğiz…

Yunan hükümeti bu ablukaya da aldırmayınca Ethem Paşa kumandasındaki Osmanlı Ordusu Makedonya, Alasonya üzerinden saldırıya geçerek Dömeke meydan savaşından Yunan ordusunu yenilgiye uğrattı, Atina’ya doğru ilerlemeye başladı. Ancak batılı devletlerin işe karışmaları sonucu bu harekat durduruldu.

Yılanın başını o zaman ezmek gerekirmiş….

Girit’te Rusya, İngiltere, Fransa ve İtalya’nın korumasında bir yönetim kurularak Yunan kralının oğlu Georgios, komiser olarak tayin edildi. İkinci Meşrutiyetin ilanından sonra (1908) kurdurduğumuz Girit Meclisi Yunanistan’a katıldığını resmen ilan etti. 26 Temmuz 1909′da Rumlar Hanya kalesine Yunan bayrağını çektiler. 1911′de 25 Girit Rum milletvekili Yunan parlamentosu toplantılarına katılmak amacıyla Pire’ye doğru yola çıktılar. Fakat İngiliz donanmasına bağlı savaş gemileri bunu önleyerek Giritli milletvekillerini tutukladı.



Balkan savaşından sonra Londra ve Bükreş Antlaşmalarıyla Girit’in Yunanistan’a ilhakı Osmanlı devleti tarafından resmen kabul edildi, böylece Girit sorunu kapandı.

kaynak:http://kiritimu.blogspot.com/2010/08/giritin-kisa-kayip-tarihi.html


GÜZEL İZMİR'İN SİMGESİ SAAT KULESİ

Yapılışından günümüze bir İzmirlilerin buluşma noktalarından biri olan Saat Kulesi 
Konak Meydanı’ndadır.
II. Abdülhamit'in tahta çıkışının 25. yılı için 1901'de Sadrazam
Mehmet Said Paşa tarafından Alman Konsolosluk binasını yapan mimara yaptırılan kule 25 metre boyundadur. Kulenin saati Alman İmparatoru
II. Wilhelm'in hediyesidir.


İzmir Konak Meydanı’ndaki Saat Kulesi, eski Sarıkışla önünde bulunuyordu. Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. yılında eski sadrazamlardan ve İzmir Valisi Kıbrıslı Kamil Paşa tarafından h.1307 (1901) tarihinde yaptırılmıştır. Kıbrıslı Kamil Paşa’nın oğlu Bahriye Mirlivası Sait Paşa ve Belediye Reisi Eşref Paşa’dan oluşan bir komisyon kulenin yapımını üstlenmiştir. Kulenin yapımından önce İstanbullu kuyumcu Zingulli Usta tarafından kulenin küçük bir maketi yapılmıştır. Buradaki Fransızca bir kitabeden mimarının İzmirli S.Raymond olduğu öğrenilmektedir. Kulenin il ismi Hamidiye Kulesi idi.

Saat Kulesi’nin kaidesi beyaz mermerden, diğer bölümleri kesme taştan yapılmıştır. Dört basamaklı, haç biçiminde bir platform üzerinde 25 m. yüksekliğinde, sekizgen kaideli ve dört katlı bir yapıdır. Buradaki sekizgenin dar kenarlarında dörder küçük sütun üzerine oturan sebillere yer verilmiştir. Bu sebiller at nalı kemerli olup, baldaken biçimindedir ve üçer çeşmesi ile kurnası, ortasında da fıskiyeleri bulunmaktadır. Bu fıskiyelerden iki tanesi günümüze gelememiştir. Baldakenlerin üzeri kubbelerle örtülmüştür. Sebiller arasında kalan dört cepheye de at nalı şeklinde kemerler ve demir şebekeli açıklıklar bırakılmıştır. Ayrıca tümünün üzerini bir saçak örtmüştür.

Saat Kulesi’nin sekizgen kaidesi üzerinde sütunlu bir galeri ile onun da üzerinde köşeleri pahlanmış kare prizma şeklinde gövde bulunmaktadır. Bu gövde oldukça zarif başlıklı küçük kubbeli kaideli sütunların birbirlerine bağlanması ile üç dilimli bir görünüm kazanmıştır. Buradaki galeri ve çeşmelerde kullanılan yeşil ve pembe renkli sütunlar Marsilya’dan getirilmiştir. Bu sütunların başlıkları ve köşeleri bitkisel süslemelerle bezenmiştir.

Gövdenin dört bir yönüne at nalı kemerli küçük pencereler açılmıştır. Bunların üzerinde doğu ve batı yönlerinde küçük birer
Osmanlı arması, kuzey ve batı yönlerinde de Sultan II. Abdülhamit’in tuğraları kabartma olarak yerleştirilmiştir. Bununla beraber Cumhuriyetin ilanından sonra, 1927 yılında çıkan “Milli ve Resmi binalarda kullanılan tuğra ve methiyelerin kaldırılmasını” içeren kanun nedeni ile buradaki tuğra ve armalar kaldırılmış, yerlerine ay yıldız kabartmaları konulmuştur.

Kulenin 12 küçük sütun üzerine oturan dördüncü katı ana gövdeden çok daha dardır ve üzerini ay şeklinde alem olan metal bir kubbe örtmektedir. Bu bölümde günümüzde çalışmayan saatin çanı bulunuyordu. Ancak bu bölüm 1974 depreminde yıkılmış ve 1976’da onarılmıştır.

Saat Kulesi’nin gövdesi içlerinde beş kollu yıldızların bulunduğu baklava dilimleri ile doldurulmuştur. Gövdenin üst bölümü üç sıra mukarnasla genişletilmiş ve buraya 75 cm. çapında, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in hediyesi olan dört saat konulmuştur. Bu saatlerin mekanik bölümleri demir köşebentler ve döküm ayaklar üzerine oturtulmuştur. 22 dişli çarktan oluşan saat parçaları üzerinde 1901 tarihi görülmektedir.

’nde bu saat kulesinin gümüş bir maketi bulunmaktadır.

ALINTIDIR.

YÖRÜKLER



Anadolu ve Rumeli’de göçebe olarak yaşayan, geçimlerini hayvancılıkla sağlayan ve mevsimlere göre ova veya yaylalarda kurdukları çadırlarda oturan Oğuz Türklerine verilen ad. Bunlara, Türkmenler adı da verilir. “Cesur, muhârip, iyi yürüyen, eli ayağı sağlam” gibi mânâları ifade eden “Yörük” kelimesi yerine, “yürük” kelimesi de kullanılır. Umumî olarak konar-göçer hayat yaşayan bütün topluluklar için kullanılan bu isim, daha çok göçebe Oğuz boyları için alem (özel isim) olmuştur.
On birinci yüzyılda Orta Asya’dan göç eden ve göçebe hayat yaşayan Oğuzlar, İran’dan geçerek, Malazgirt Zaferi'nden sonra Anadolu’ya geldiler. Burada da eski hayat tarzlarını aynen devam ettirdiler. İlk zamanlar Türkmen adıyla anılan Oğuzların bir kısmı yerleşik hayata geçti. Anadolu’nun İslâmlaştırılıp Türkleştirilmesi sırasında, Oğuz boyları, Anadolu’nun her tarafına yayıldı. Bir kısmı yerleşik hayata geçerek Türkmen adını aldı, bir kısmı da göçebe hayatını sürdürüp Yörük ismiyle anıldı. 
Anadolu Selçukluları ve beylikleri dönemlerinde, Yörüklerden, askerî güç olarak faydalanıldı. Selçuklular ve Osmanlılar, Yörükleri sistemli bir şekilde toprağa yerleştirmeye çalıştılar. Orhan Gâzi ve Yıldırım Bayezid devirlerinde, geçitlerin, derbentlerin korunması, Yörüklere yaptırıldı. Osmanlıların Rumeli’ye geçişinden sonra, Yörüklerin önemli bir bölümü de Rumeli’ye göç ettirildi. Sultan Birinci Murad Han zamanında, Saruhan’dan, Serez taraflarına kalabalık gruplar hâlinde sevk edilen Yörükler, iskân edildikleri yeni bölgelerde, yabancı unsurlar arasında bir dayanak noktası teşkil ettiler ve ileride yapılacak fetihlere yardımcı oldular. Yörüklerin Rumeli’ye geçirilmeleri, Yıldırım Bayezid Han devrinde daha yoğun bir şekilde devam etti. 
Sultan İkinci Murad Han ve Fatih Sultan Mehmed Han zamanlarında, yeni fethedilen yerlere, çok Yörük nüfus nakledildi. Fatih Kanunnâmesi’nde Yörüklere, diğer ahaliye göre bazı vergi muafiyetleri tanındı. Fatih Kanunnâmesi’nde, Yörüklerin, ağnam (koyunlar) resmî mükellefi ve askerlikle mükellef oldukları belirtildi. Orduda yardımcı kuvvet olarak vazife alan Yörükler, Kanunî devrinden itibaren, daha çok imar ve muhafaza hizmetlerinde kullanıldı. Bulundukları coğrafî mevki itibariyle çeşitli hizmetler gören Yörükler, sahillerde gemi malzemesi temini ve gemi yapımında; derbentlerde ve ana güzergâhlarda yol emniyeti, tamir, muhafaza, köprü inşası ve menzillere zahire toplanması ve korunmasında; madenlerde, ordunun nakliye işlerinde ve devletin kalelerinin onarımlarında da istihdam edildiler. Yörüklerin, geçtikleri yerlerde kalabilecekleri, yaylak ve kışlak alanları belirlendi. 
Yörüklerin Rumeli’ye geçirilmesi ve fethedilen yerlere yerleştirilmesi, daha sonra Osmanlı Devletinin umumî bir siyaseti oldu. Ancak, sonraki devirlerde, Yörüklerin Rumeli’ye yerleştirilmesi yavaşladı. Fakat 18. yüzyılın sonlarına kadar devam etti. Bu göçlerin bir kısmı, isteğe bağlı olduğu gibi, bir kısmı ise devlet siyaseti doğrultusunda mecburî olmuştur. 
Anadolu’da başgösteren Celâlî isyanları ve neticesinde meydana gelen iç çalkantılar ve ekonomik buhranlar, Anadolu’daki Yörüklerin düzeninin bozulmasına yol açtı. Bu karışıklıklar, Yörük camiasına da sirayet etti. Devlet, bu yüzden, Yörükler üzerindeki idarî otoriteyi sağlamak ve doğabilecek zararları önlemek için, onları mecburî yerleşmeye tâbi tuttu. Mecburî iskânın gayesi, göçebe hayat tarzı sebebiyle Yörüklerin, yerleşik halka zarar yapmalarını önlemek, harap ve boş olan iskân merkezlerinin imar edilmesini, ekilmeyen toprakların işlenmesini temin etmek, devlet tarafından kontrol edilmesi zor olan eşkıya gruplarına karşı bir emniyet unsuru olarak set vazifesi görmelerini sağlamaktı. 
1683 Viyana Seferi'nin mağlubiyetle sonuçlanması, Rumeli ve Anadolu’da, geniş çapta aşiret hareketleri ve eşkıyalık hadiselerine sebep odu. Köprülüzâde Fazıl Mustafa Paşa'nın sadrazamlığı sırasında, 1691 senesinde, Yörükleri tamamen iskân etmek için harekete geçildi. 
Rumeli’deki Yörükler, “Evlâd-ı Fâtihân” adı altında yeni bir teşkilata tâbi tutuldu. Bunlardan, askerî maksatlarla faydalanılmaya çalışıldı. Anadolu’daki Yörükler ise, bilhassa Hama, Humus, Rakka ve Halep bölgelerine yerleştirilmek suretiyle, Aneze ve Şammar aşiretlerinin baskınları önlenmeye çalışıldı. 18 Mart 1692 tarihli bir ferman ile, Anadolu’nun çeşitli vilayet ve sancaklarından, muhtelif yörük aşiretlerine mensup yetmiş kadar oymak yerleştirildi. Bu aşiretlerin, yerlerini terk etmemeleri için de, Adana ve Maraş taraflarında, derbent mahallelerine Yörükler yerleştirildi. 1720 senesinde, Şam vilayetine bağlı bazı sancaklar Yörükler yerleştirilmek suretiyle, Türk nüfusu yönünden takviye edildi. Bazı Yörük oymakları da, kendi yaylak ve kışlaklarında iskâna tabi tutuldular. 1693 senesinde, Kayseri vilayetine bağlı Zamantı ve Pınarbaşı yaylaları, 1728’de Zamantı Irmağının etrafındaki harabe köyler, bu bölgede yaylak-kışlak hayatı yaşayan Yörüklere tahsis edildi. Ayrıca Kozan Dağındaki Yörükler, Çukurova’ya, Orta Toroslar'daki kalabalık Yörük cemaatleri İçel’e, Antalya ve Isparta bölgelerinde dağınık halde bulunan Yörükler ise, Taşeli yaylaklarına yerleştirildiler. Bu arada, Orta Anadolu’ya (Çiçekdağı, Nevşehir, Niğde) yörük iskânı yapılırken, Teke, Hamid, Beyşehir, Alanya ve Akşehir Yörüklerinin de uygun yerlere yerleştirilmeleri için, 1732 senesinde ferman çıkarıldı. Ayrıca doğudan batıya uzanan Toros Dağlarının iç ve dış kısımlarında yeni kurulan birçok kasaba ve nahiyelere de, çeşitli yörük cemaatleri yerleştirildi. İçel ve Alanya bölgesinde yaşayan bazı Yörükler, Kıbrıs Adasına gönderildiler. 
On dokuzuncu yüzyılın ortalarından itibaren, Yörüklerin iskânı, daha düzenli olarak yapılmaya başlandı. Vilayetlerine Yörük iskân edilecek valiler, yaylak ve kışlaktaki Yörükler üzerine iskân nazırı tayin ederek, onları disiplin altına almaya çalıştılar. Tanzimat'tan itibaren de boş araziler ve terk edilmiş yerler, iskân sahası olarak seçildi. Bu şekilde iskân için Bursa, Sivas, Ankara, Konya ve Aydın eyaletleriyle mülhakatı (bağlı yerler) seçildi. Yörüklerin iskânı için tertip edilen Fırka-i Islâhiye, Adana Halep, Maraş ve Ayıntab'da (Anteb) yeni kasabalar da kurmak şartıyla pek çok Yörük cemaatini iskâna tâbi tuttu. 
Bugün, Yörüklerin tamamı yerleşik hayata geçmişlerdir. Ancak, eski hayat tarzlarını devam ettiren ve yaylak-kışlaklarda göçebe olarak yaşayan Yörükler, Toroslar'da hâlâ mevcuttur. 
Yörüklerin isimleri ve onlarla ilgili kanunî hükümler, ilk defa Fatih Kanunnâmesi’nde yer aldı. Buna göre kurulan yörük teşkilatı, idarî ve askerî maksatlara uygun şekilde düzenlendi. Fatih Kanunnâmesi’nde, Yörüklerin, sefere çıktıklarında her türlü teçhizatı kendilerinin temin etmeleri ve avârızdan muaf tutulmaları ve sefere çıkanların ertesi yıl çıkmamaları kanun hâline getirildi. Ancak, Yörüklerle ilgili kanunnâme Kanunî devri ortalarına doğru tamamlandı. Hasılatı, devletin hazine defterlerinde yazılı ve muayyen zeamet birliklerine çevrilen Yörükler, seraskerlik adı altında bir takım gruplara ayrıldı. 
Bunların başında, Yörüklerin arasından seçilerek bir berat ile tayin edilen “serasker” (yörük reisi) bulunurdu. Yörük seraskerlikleri, kendi aralarında ocaklara taksim olunmuşlardı. İlk zamanlar yirmi beş kişi bir “ocak” sayılırken, sonradan ocağın sayısı, otuza çıkarıldı. Bu ocakların her birinden beş kişi, sefere gitmek veya devlet hizmetini görmek üzere “eşkinci” olarak ayrılır, ocakta kalan diğer yirmi beş kişi de “yamak” olurdu. Eşkinci olarak seçilen bu beş kişinin, sefer ve dîvân-ı hümâyûna hizmet masraflarını, altı aylık müddetle ve ellişer akça olmak üzere yamaklar karşılar, buna mukabil avârız-ı dîvâniye vergisinden muaf tutulurlardı. Yörükler, yörük tarzı hayatı devam ettirirlerse, kendi hayat düzenlerine göre ayarlanmış bir kısım vergileri verirlerdi. Onlardan, hiçbir surette, diğer halktan alınan vergi alınmazdı. Ancak Yörükler, tabiî hayatlarını bırakır da, ziraî hayata geçerlerse reaya kaydolunurlar, diğer halkın verdiği vergileri öderlerdi. 
Yörüklerin yaşadıkları mıntıkalarda, köyler, mezralar ve yurtlardan meydana gelen kazalar kurulmuştu. Yörükler için cazip bir hâle getirilen kazalarda, Yörüklerin kazâî (adlî) meselelerini hal için, bir kadı bulunurdu. Kadılar, aynı zamanda, Yörüklerin sahip oldukları hayvanların tahrirleri ile, sefer sırasında orduda ikmal ve nakliye işlerinde vazife alacak olanların isimlerini ve kira bedellerini de tespit ederdi. Anadolu’da, bu şekilde kurulan birçok yörük kazası vardı. 
Yörükler, Orta Asya’dan getirdikleri gelenekleri devam ettiriyorlardı. Hayatları, belli kaidelere bağlanmıştı. Bu kaideler, daha çok, örfe bağlıydı. Yazları serin olan yaylalarda, kışları ise sıcak veya ılık kışlaklarda geçiren Yörüklerin, yaylalara gidiş gelişleri, belli bir düzen içinde yapılırdı. Bu gidiş gelişler, belli yollardan olurdu. Yaylağı ve kışlağı olmayan Yörükler de otlak kiralarlardı. Yörüklerde yaylaklar, oymakların malı sayılır, o oymağa mensup olan herkesin hayvanları, burada serbestçe otlardı. Yaylak veya kışlaklardaki evler ve çevrelerindeki küçük bahçeler, şahıslara aitti. Çadırların ve küçük bahçelerin bulunduğu yere, “yurt yeri” denirdi. Bir oymağın hayvanlarının, diğer oymakların hayvanlarına karışmasını önlemek için, hayvanlara “dökün, dövme” veya “döğme” adı verilen damgalar vurulurdu. Hayvanların kulakları, belli şekillerde çentilerek de, diğer oba hayvanlarından ayrılırdı. Bu işaretlere “en” adı verilirdi. Koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlar besleyen Yörükler, yaylak ve kışlaklarda buğday, arpa, mısır ve bazı sebzeleri yetiştirirlerdi. Süt mâmulleri ve et, temel gıdalarını teşkil ederdi. Giyim ve ev eşyalarını, kendileri dokurlardı. Bununla beraber, kapalı bir ekonomiye sahip olmayıp, köy ve kasabalardaki pazarlara inerler, ürünlerini satarak kendi ihtiyaçlarını satın alırlardı. Develeriyle, şehirler arasında yük taşırlardı. İstanbul gibi büyük şehirlere, buğday ve benzeri tüketim maddelerini, develeriyle, Yörükler taşırlardı. Keçi besleyen Yörükler, kıldan yapılmış çadırlarda, diğerleri ise keçeden yapılmış çadırlarda otururlardı. Evi andıran yörük çadırlarında, oturma, yatma ve yemek pişirme için bölümler vardı. Çadır, orta direğin etrafına sıralanmış 5-9 direk üzerine kurulurdu. Büyük çadırlarda, binek hayvanlarının bağlandığı bölüm dahi bulunurdu. Çadırın oturma bölümü, Yörük kilimleriyle döşenir, kenarlarda minderler bulunurdu. Çadırda, herkesin oturacağı yer belliydi. 
Yörüklerde aile yapısı, daha çok erkek hakimiyetine dayanırdı. Yörüklerde esas evlilik şekli, tek evliliktir. Umumiyetle, evlenen çocuklar, babayla birlikte yaşardı. Bu yüzden, büyük aileler meydana getirirlerdi. Yörükler, amca kızı, dayı kızı, amca ve teyze kızı gibi yakın akrabayla da evlenirlerdi. 
Yörüklerin idarî teşkilatlanmaları, oba, oymak, boy ve ulus şeklindeydi. Yaylak ve kışlaklarda, bir soyun yaşadığı alana “oba” denirdi. Bu terim, zamanla kaybolmuş ve yerini mahalle kelimesi almıştır. Bir veya iki oba halkına “oymak” denirdi. Oymakların başında, “kethüda” bulunurdu. Yörükler, buna, “kâhya” derlerdi. Birkaç oymağın birleşmesinden meydana gelen topluluklara, “boy” adı verilirdi. Boyun başında “boybeyi” bulunurdu. Boy beylerine daha sonra, “yörük başbuğu” adı da verildi. Birkaç boyun birleşmesinden “ulus” meydana gelir, bunun başkanlarına “ulusbeyi” denirdi. 
Arı duru bir Türkçe konuşan ve zengin bir folkloru bulunan Yörüklerde, an'ane ve geleneklere bağlılık vardı. Yörüklerin göçleri, belli esaslara bağlanmıştı. Yaylaklara göç, bahar aylarında olurdu. Oymak veya boy beyleri, göçün gününü önceden tespit ederek herkese duyururdu. Göç günü gelmeden önce, gerekli hazırlıklar yapılırdı. Önceden bildirilen gün gelince, bütün eşyalar develere yüklenir, üzerine kilimler atılırdı. Develerin alınlarına süs, küçük ve büyük çanlar takılırdı. Kervanın önünde, yeni elbiselerini giymiş, elinde kirmanı ile yün eğirerek bir gelin giderdi. Çevrede, ata binmiş genç erkekler, silah atarak, at sürerek yayla yoluna yürürlerdi. Boyun çocukları, kadınları ve genç kızları, hayvan sürülerinin önünde veya yanında yürürlerdi. Uzun yolculuktan sonra yaylağa varılır, yerleşilirdi. Sonbaharda da buna benzer merasimle yaylaktan göç edilirdi. Yörüklerin nişan, düğün, bayram ve sünnet zamanlarında uyguladıkları, buna benzer merasimleri vardı. 
Yörüklerin, bir kısmı bugün de devam eden, nişan ve düğün âdetleri şöyleydi: 
Oğlu evlenme çağına gelen yörük ailesi, kendisine uygun bulduğu ailenin kızına dünür giderdi. Eğer olumlu cevap alınırsa, kız evinde kahve içilirdi. Bunun tersi olursa, dünürcüler, hemen evi terk ederlerdi. Dünürcüler, uygun cevap aldıkları zaman, oğlan evi tarafından hazırlanan ve beraberlerinde getirdikleri şerbeti içerlerdi. Uygun cevap alınıp, söz kesildikten sonra, “beylik” ismi altında, oğlan tarafından seçilen kadınlar, kız evine giderler ve kıza nişan takarlardı. Nişanlar, elbise, altın, gümüş gibi ziynet eşyalarıydı. Söz kesiminde, oğlan tarafından kızın babasına veya velîsine bir miktar para verilirdi. İslâm dinine göre alınmasının haram olduğu bildirilen bu paraya “başlık” adı verilirdi. Oğlan tarafı, kızın elbise, mutfak ve diğer eşyalarını aldıktan başka, kızın akrabalarına da uygun hediyeler alırdı. Bunun ismine “yol” denirdi. Kız, başka köyden gelecek olursa, oğlan babası davet edeceği köylerin her odasına ve her oda sahibine ayrıca birer yol (dâvet hediyesi) gönderirdi. Bu yollar kâse, bardak, sahan, şeker, kahve gibi şeylerdi. Oda sahipleri, düğüncüleri odalarına davet ederek yedirip içirirler ve oğlan babasına düğün sahibiymiş gibi yardım ederlerdi. Odalara inen misafirlerin misafirliği, tamamen oda sahiplerine ait olurdu. Kız tarafı da davetçiler çıkarırdı. Düğün başladığında, her iki taraf, konuklarına ikramlarda bulunurdu. 
Kız evinde, kına gecesi yapılırdı. Gelinin gideceği gün, kız evinde hazırlanan ve oğlan tarafından önceden kız evine gönderilen çeyizler, kapının önüne çıkarılırdı. Kız evinden, yüzü alla örtülü olarak çıkarılan gelin, ata bindirilirdi. Çeyizler de yükletilip oğlan evine götürülürdü. Oğlan evine götürülen gelinin, yollarda önüne sık sık çocuklar tarafından ipler gerilir, çocuklara hediyeler verilerek geçilirdi. Gelini, güveyin evi önünde, yengeler attan indirirdi. Gelin attan inmeden önce, güveyin yakın akrabalarından biri, başına üzüm, şeker, arpa, buğday, para gibi şeyler serperdi. Gelin attan ineceği sırada, oğlan babası davet edilir, geline hediye verir veya vaad ederdi. Kaynana ve diğer yakınlar da, çeşitli hediyeler verirlerdi. Gelin attan indikten sonra, güveyinin evine gider, çeyiz içinde ayrılmış olan ve “dürü” adı verilen bazı eşyalar, davetlilere dağıtılırdı.
Damada törenle elbise giydirilirdi. Güvey, elbiseyi giydikten sonra, “sağdıç” adı verilen, evli bir kimsenin evine götürülür, vaktin gelişine kadar, güveye her türlü şakalar yapılır, güvey burada izin almadıkça yerinden kalkamaz, gülemez ve söz söyleyemezdi. Bundan sonra meclise köyün hocası gelirdi. Güveye, gerdeğe ait sıhhî ve dinî öğütler verir, kendisine hayırlı bir evlilik için dua ederdi. Yatsı namazı kılındıktan sonra, güveyi, arkadaşları evine götürürler, evin giriş kapısı önünde hoca tarafından dua okunduktan sonra, arkadaşları tarafından vurulan birkaç yumruk arasında, güveyi eve girerdi. 
Ertesi gün kadınlar, gelini ziyaret ederler, bu ziyaret esnasında yapılan törene “baş bağlama” veya “duvak açma” adı verilirdi. Bir hafta veya bir ay sonra damat, gelinle beraber kayınpederin evine giderek, büyüklerin ellerini ve dizlerini öptükten sonra, kayınpeder ve kayınvalidesini evine davet ederdi. Bu davet günü, kayınpeder de, ayrıca bir gün için onları davet etmiş olur ki, buna “el öpme” denirdi. 
Yörükler mensup oldukları Oğuz boylarına göre isim alırlardı: Kayı, Bayat, Karaevli, Yazır, Döğer, Dodurga, Yaparlı, Avşar, Kızık, Beğdili, Karkın, Bayındır, Peçenek (Beçenek), Çavundur, Çepni, Salur, Eymir, Alavuntlu, Yüreğir, İğdir, Buğdüz ve Kınık isimleri yörük boylarına ait isimlerdir. Bugün Anadolu’daki birçok mezra, köy ve kasaba, isimlerini bu yörük boylarının isimlerinden almışlardır. Yörükler, umumiyetle Orta, Güney ve Batı Anadolu’da yerleşmişlerdi. Bugünkü, Sivas, Ankara, Bolu, Kastamonu, Balıkesir, Manisa, Kütahya, Afyon, Uşak, İzmir, Aydın Antalya, Konya, Aksaray, Niğde, Nevşehir, Adana, Hatay, Gaziantep ve Maraş illerinin bulunduğu geniş bir sahaya yayılmışlardı. Büyük gruplar hâlinde yaşayan Yörükler, ayrıca birçok tâli kollara ayrılmışlar ve çeşitli yerlere dağılmışlardı. Bunlardan Ankara, Tokat, Kırşehir bölgesinde yaşayan Ulu-yörük topluluğu ve Ankara Yörükleri, Orta Anadolu yaylalarında yaşamaktaydılar. Aydın, Honaz, Nif, Çeşme ve Bozdoğan havalisinde Karaca-Koyunlu, Menteşe bölgesinde Oturak Barza, Güne Barza, Küre Barza, İskender Bey, Kayı, Horzum, Kızılca-Yalınç, Bolu, Uluborlu, Tefenni ve Ereğli civarında Bolu Yörükleri diye adlandırılan Yörükler yaşamaktaydı. Söğüt Yörükleri diye anılan büyük bir topluluk, Bursa’daki Emir Sultan Evkafı reayası olarak, Söğüt, Edincik, Balıkesir, Bursa, Bergama, Gönen ve İnegöl’e kadar yayılmışlardı. Kara-Keçili Yörükleri, Söke; Boynu-İncelü Yörükleri, Nevşehir ve Aksaray; Kayı ve Çoban Yörükleri, Manisa civarında dolaşıyorlardı. Kalabalık nüfusa sahip Danişmendlü Yörükleri de, Aksaray, Kırşehir, Aydın ve Adana gibi geniş bir sahaya yayılmışlardı. Biga ve çevresinde yaşayan Ağaca-Koyunlu Yörükleri ise, daha küçük bir cemaati teşkil etmekteydi. 
Anadolu’da dağınık bir durumda bulunan Yörükler, Rumeli’de daha teşkilâtlı ve belli yerlerde yaşamaktaydılar. Rumeli’deki Yörükler, İstanbul’dan kuzeye doğru Bender ve Akkerman’a kadar, Tuna’yı takiben Bulgaristan ve Sırbistan hudutlarına, oradan da Selanik Çatalcasına kadar yayılmışlardı. Bu geniş saha içinde, sekiz grup olarak defterlere kaydedilmiş olan Yörükler, daha sıkı disiplin altındaydılar. Rumeli’deki Yörükler, Tekirdağ, Naldöken, Kocacık, Vize, Selanik, Ofçabolu Yörükleri, Aktuğ ve Oktav Tatarları adlarını taşımaktaydılar. 
Uzun müddet Rumeli’de kalan, fetihler sırasında Osmanlı ordularına yardımcı olan bu Yörükler, zamanla azaldılar. Osmanlılar'ın, Rumeli’den çekilmeleri üzerine, onlar da Anadolu’ya göç ederek, çeşitli yerlere yerleştirildiler. Rumeli’de kalan yörüklerden bir kısmı, bugün Yugoslavya’da Ograzden Dağlarının güney eteklerinde hayvancılıkla uğraşmakta, geleneklerini, dillerini ve ekonomik yapılarını korumaktadırlar. 
Bugün, hemen hemen tamamen yerleşik hayata geçmiş olan Yörükler; Aydın, Manisa, Kütahya, Antalya, Mersin, Adana, Muğla ve Balıkesir gibi muhtelif yerlerde yerleşmişlerdir. Eski an’anelerini ve hâlen konar-göçer yaşayışlarını sürdüren Yörükler de vardır. Bilhassa Orta Toroslar üzerindeki Bulgar (Bolkar) Dağlarının eteklerinde bulunan, Güzeloluk, Yağdağ, Karagül, Eğriçayır, Perçengediği, Sarıtaşgediği, Konçagediği, Bayboğan, Düden, Çatalca, Dikmen, Yağlıpınar, Bastırık, Dedeli, Barçın, Alaçayır, Cumayalık, Konurcuk yaylalarında; yine Toroslar üzerindeki Aladağlar eteğindeki Üçkapılı, Demirkazık, Baş Yayla, Alagöl, Göşdere, Dönberi, Taşhan, Tekir ve Namrun yaylalarında; Kozandağı eteklerindeki, Uyuzpınarı, Seyhan Nehrinin kolu Zamantı Suyunun yamaçlarındaki Şıhlı, Yeniköy, Bakırdağı, Kurşundağı, Çataloluk, Dereşimli, Gölalan, Çadıryeri, Boncuklubel, Boyduran yaylalarında; Binboğa Dağlarındaki Ayran Pınarı, Yedi Kardeş Pınarı, Alapınar, Karagöl, Yaylaklı, Kemerli gibi yaylalarda; Nurhak Dağlarındaki Gülkice, Akpınar, Beysöğüt, Yamrıtaş, Isırganlı, Yapraklı ve Abeş yaylalarında yarı konar göçer halde yaşamaktadırlar.


Kaynak : Genel Türk Tarihi


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/tarihi-turk-devletleri/18314-turk-boylari-yorukler.html#ixzz1WKv5yfTH

Osmanlı Fermanları


Osmanlı Fermanları

Farsça  buyurmak , emretmek   mastarından türetilen ferman kelimesi sözlükte emir, emirname, buyruk, hükümdar alameti gibi anlamlar ifade eder. Terim olarak ferman, yapılması gereken bir iş, ifa   edilmesi   gereken  bir  görev  için  hükümdar  tarafından  verilen ve hükümdarın tuğrasını taşıyan yazılı emirdir.

Fermanlar umumiyetle hükümranlığın ve saltanatın bir nişanesi olarak, altın yaldız ve muhtelif renk ve motiflerle süslenmiş oldukları gibi, süs ve yaldızdan uzak, sade de olabilirler.

Bir ferman metni incelendiğinde, şu önemli unsurlar göze  çarpar  :

a. Davet (dua) formülü fermana başlanırken en üstte yer alan ve ‘’Allah’ın adıyla’’ işe başlanıldığına dair bir yazıdır ki bu yazı, fermanlarda genellikle ‘’hu’’ veya ‘’hüve’’ şeklinde yazılmıştır. Formül sadece fermanlarda değil, genellikle, diğer belgelerde de bulunmaktadır. Bu formül bazen açıkça yazıldığı halde bazen de tezhibin içinde saklanmıştır.

b. Metinde ferman sözünün belirtilmesi,

c. Kendisine ferman verilen veya gönderilen şahsın, sosyal mevkiine ve vaziyetine uygun bir üslupla  hitap edilerek isminin ifade edilmesi,
d. Fermanın veriliş veya gönderiliş sebebi ile, yapılması gereken işin (emrin) açıkça yazılması,

e. Emredilenin yerine getirilmesinde, memurun başarıya ulaşması için dilek ve temenni, yani dua,
f. Fermanın yazıldığı yer ve tarih,
  
Fermanların bir kısmı yazılarak ve üzerine hükümdarın tuğrası çekilerek gönderilir ki bunlara ‘’emr-i şerif’’ denilir.  Tuğranın sağ üst tarafına, umumiyetle müzeyyen bir çerçeve içinde, padişahın kendi el yazısı ile ‘’Mücebince amel oluna’’ ibaresi yazılır. Gönderilen fermanlara ise ‘’hatt-ı hümayunla muvaşşah’’ yani padişahın el yazısı ile süslenmiş ferman denilir.

BERAT

Arapça asıllı bir kelime olup, yazılı kağıt, mektup anlamlarını ifade eder. Bir tarih terimi olarak berat, Osmanlı Devleti’nde bazı memuriyetlere tayin edilenlere, görevlerini ve yetkilerini belirten, padişahın tuğrasını taşıyan ve tayin emirlerini ihtiva eden belgelere denir. Aynı zamanda berata ‘’biti’’, ‘’berat-ı şerif’’, ‘’nişan-ı şerif’’ de denilir.
    
Bir beratta verilen görevin cinsi, yeri, geliri veya maaşı, verilenin ismi, niçin verildiği ve kendisinden ne istenildiği, kumandanlık, serdarlık veya diğer mühim bir vazife tevcihi için ise berat sahibinin salahiyet derecesi belirtilirdi.

FERMAN VE BERATLARDA TEZYİNAT

Ferman ve beratların tezyinatı, dönemlerinin nakış üslubunu yansıtması, tezhip sanatını günümüze taşıması ve yüzyıllara göre üsluplardaki değişim ve yenilikleri göstermesi bakımından büyük önem taşır. Bir fermanda, tezyin edilen kısımlar, şöyle sıralanır.

1.Tuğra: İlk zamanlarda siyah mürekkeple çekilen tuğra, Fatih döneminde altın mürekkeple çekilmeye başlanmış ve II.Beyazıt döneminde, beyzeleri tezyin edilmiştir. Bu tezyinatta sıvama altın haklar ve klasik tezhib, bezeme özelliği olarak dikkat çeker.
    
Onaltıncı yüzyıl tuğralarında, klasik dönemin bütün ihtişamını görmek mümkündür. Lacivert ve altının dengeli uyumu, Nakkaşbaşı Kara Memi’nin çiçeği adı anılan bahçe çiçekleri, Çin bulutu, sazyolu motifleri, negatif teknikle boyanmış motifler, Haliç işi denilen helezoni bezemeler ve rumi kompozisyonlar, dönemin nakış özellikleri olarak tuğralara yansımıştır.

Yüzyılın sonuna doğru tuğranın harf boşluklarındaki süsleme, dışarı taşmış ve yukarıya doğru üçgen biçimi alarak yükselmiştir. Selviden mülhem bu form, (hayat ağacı formu) bazı değişikliklere uğrayarak ondokuzuncu yüzyılın ortasına kadar devam etmiştir. Genellikle Haliç içiyle bezenen formun içi, daha sonraki dönemlerde, halkari ve şikaf tarzında bezenmiştir.

Tuğranın harf boşluklarına ise genellikle, klasik tezhib, haklar, Haliç işi, negatif bezeme ile nadiren de olsa şebeki harşefi tezyinat yapılmıştır.
    
Onyedinci yüzyılda ise lacivertin canlılığını kaybetmesi, altın zeminlere iğne perdah yapılması ve kompozisyondaki gerilime, tuğra tezyinatında da görülmektedir. Yüzyılın sonuna doğru başlayıp, onsekizinci yüzyıl başlarında yoğun olarak hissedilen batı etkisindeki gölgeli çiçek boyamalarının güzel örneklerini, fermanlarda da görmek mümkündür. Tuğralar her zaman tezyin edilmeyip, bazen sade bırakılmıştır.

2. Yazı Üzeri: Zerefşan ile tezyin edilir. Celi divani yazılara lalefşan, mavi ve siyah serpme de yapılır. Bazen harfler üzerine, altın noktalar konulduğu görülmüştür.

3. Yazı Araları: Beyne’s-sutur da denilen bu kısım, altın noktalar, rokoko motifler, ay-yıldız ile tezyin edilir.

4. Dua Cümlesi : Genellikle, altın noktalar ve zerefşan ile müzeyyendir.

5. Mahall-i Tahrir : Halkari : Halkari, altınlı negatif motifler, zerefşan ve altın noktalarla tezyin edilmiştir.

6. Hatt-ı Hümayun : Genellikle  serlevha tarzında tezhiblenir. Tezhibi klasik tezhibdir. Pervazlarına geçme ve kurtçuklar yapılır. Bazı fermanlarda ise, dönemin sanat özelliklerini yansıtan bezemelerle çerçeveye alınan hatt-ı hümayun, tuğra tezhibinin bazen içinde, bazen de dışında yer almıştır.

7. Boşluklar: Tuğra bezemesi ile yazını haricinde kalan kısımlar, ilk dönemlerde boş bırakılmıştır. Hatt-ı Hümayun tezhibi, bazen bir gül dalı veya çiçek buketi, şikaf veya haklar bezemeli saz motifleri, rokoko çiçekler, ay-yıldız ve arma gibi motifler, boş kısımların tezyinatında kullanılmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda ise ferman kağıdına, halkari veya Türk rokokosu bezemeler yapılmıştır.

Resim 1 : Berat cinsi, III.Ahmed dönemi, h.25.11.1134 tarihli, ilk satır celi divani; daha sonraki satırlar ise divani hattı ile yazılmıştır. 8 satırdır. Ebadı : 49×66 cm.’ dir.
    
Konusu: Mısır’da Sinan Paşa Evkafı ‘nın Kitabet cihetinin, Osman oğlu Ahmed Halife’ye verilmesine ve ücretini de bu vakıftan almasına dair.

Resim   2   :   Berat cinsi, I.Mahmud dönemi, h.25.07.1144 tarihli, celi divani hat ile yazılmıştır. Ayrıca, altıncı satır içinde, siyakat hat ile Defterhane’den çıkarılan timar kaydı bulunmaktadır. 7 satırdır. Ebadı: 45,5×137 cm.’dir.          �
    
Konusu : Mora Sancağı’nın Anavarin Nahiyesi’nde Ali Hoca çiftliği ve  sair yerler timarının ve Kale Dizdarlığı’nın, Mehmed’e verilmesine dair.

Resim 3: Berat cinsi, I.Abdülhamid dönemi, h.24.02.1191 tarihli, ilk satırı celi divânî diğer satırları ise divânî hat ile yazılmıştır. Ebadı: 57×129,5 cm.’dir.
    
Konusu : Fransa’nın İzmir Konsolosluğu’nda tercüman Corci Vitali oğlu Dimitri’nin ölümüyle boşalan tercümanlığa, Corci veled-i Dimitri Virali’nin tayin edilmesine dâir.

Resim 4: Berat cinsi, I.Abdülhamid dönemi, h.09.05.1199 tarihli, ilk satırı celî divâni, diğer satırları ise divânî hat ile yazılmıştır. 14 satırdır. Ebadı: 58×146 cm.’dir.
    
Konusu : İngiltere’nin Haleb Konsolosu’nun İspanya Konsolosluğu’na da vekalet etmesine, yanına tercüman olarak Potros Fireli oğlu Bosok’un tayin edilmesine ve bütün vergilerden muaf tutulmasına dair.

Kaynak : Osmanlı Fermanları



III.Ahmed Dönemi




I.Mahmud Dönemi




I.Abdülhamit Dönemi




I.Abdülhamit Dönemi 


Osmanlı'nın unutulmuş objeleri


Osmanlı'nın unutulmuş objeleri


Beşgen bir kutuda Kurân-ı Kerim, dirhemler, buhurdanlar, fenerler, hattat makasları... Marifetin iltifata tâbi olduğu zamanlardan kalanlar Osmanlı'da Günlük Yaşam Nesneleri kitabında toplandı
Osmanlı toplumunda gündelik yaşam detaylarını bir araya getiren kitap M. Şinasi Acar tarafından hazırlandı. Hayata dair her detayın düşünüldüğü eser, takvimlerden koyun saatlerine, terazilerden rubu tahtalarına, buhurdan ve gülâbdanlardan, körüklü fenerlere, kemer tokalarından, dikiş nakış araçlarına, mühürlerden kamış kalem ve kalemtıraşlara, hokka ve divitlerden elyazması kitaplara, sancak Kurânlarından rahle ve çekmecelere, ferman ve beratlardan kale anahtarlarına, çok sayıda nesneyi bir arada sunuyor.
Radikal'den Ayça Örer'in haberine göre, 27 konu başlığı altında gündelik hayata damgasını vuran ve günümüzde antika sayılan nesneleri fotoğraflarıyla beraber biraraya getiren eser YEM Yayın tarafından basıldı.

Hokka Takımları
Yazıyla devirlerin değiştiği, hayatların şekillendiği dönemlerde, hattatlık en kıymetli mesleklerdendi. Mürekkebin divitle buluşmasını sağlayan kaplara "hokka" denirdi. Hokka hattat için önemli ve kutsaldı. Ceviz, abanoz, zeytin ve kuka gibi ağaçlardan, toprak, cam, pirinç, gümüş ve altın gibi madenlerden yapılan hokkalar mürekkep sızdırmasınlar, paslanmasınlar diye içlerine balmumu veya çamsakızı eritilerek bir macun sürülürdü. Hokkanın içine ham ipek yumak yerleştirilir, adına lika denirdi. Bu sayede mürekkep kaleme rahatça geçerdi.

Divit Hokka ne kadar mahremse, divit o kadar harc-ı âlemdi. Her okuryazar divit kullanırdı, çeşit çeşit divitler vardı. Abanoz, fildişi, pirinç, gümüş, altın, bakır, demir ve tunçtan yapılırlardı. Divit yapımı uzun ve emek isteyen bir sanat dalıydı. Her ne kadar divit ustaları tevazu gösterip üzerilerine adlarını yazmadıysalar da, bazıları hokkanın üzerine ya da kalemliğin hokka tarafındaki yan yüzüne bir mühür koyarlardı. Devâtîler yani divit ustaları arkalarında hiç iz bırakmadan tarihe gömüldüler, onlardan geriye mühürleri kaldı.

Gülabdanlar
Osmanlı'da gündelik hayatın önemli unsurlarından biri "koku"ydu. İçine gül suyu konulan gülabdanlar bu yüzden her evde bulunurdu. Gülabdanların üst kısımda ince ağızdan gülsuyu serpmekte kullanılan özel bir formu vardı. Gülsuyu kolonya gibi kullanılmasının dışında, su muhallebisi, güllâç, aşure gibi tatlıların da üzerine dökülürdü. Topkapı Sarayı'nda günde iki kez, biri "kuşluk vakti", diğeri akşam olmak üzere seremoni halinde tütsü yakılması, gülsuyu ve kahve verilmesi adetti.


Hattat makaslar
Kağıtların kağıtçılarda belli büyüklükte satıldığı dönemlerde yazı takımında kalemtıraş ve maktın yanında kağıt makası da olurdu. İş gereği sık sık kağıt kesmek zorunda olan hattatların hattat makası ve kâtip makası olur, ince kağıtları düzgün kesmekte kullanılırdı.


Fener
19. yüzyıla kadar akşamları yürümenin yolu cesaret ve fenerden geçiyordu. İçinde yağ kandili, mum ya da petrol bulunan fenerler deri, yağlı kağıt, camla kaplanırdı. Rütbe ve makam sahibi olmayanlar tek mumlu fener kullanabilirdi. Gece ziyaretlerinde fener gidilen yerin sahibine teslim edilirdi. Toplu gösterilere gidenler fener alayı oluştururdu.


Mühür
İnsanlar imzası yerine kullandıkları mühürün kazdırılmasından önce mühürün kendisine uğur getirmesi ve iyiliklere vesile olması için, bilgisine güvendiği müneccimlerden birine başvurur, hakke başlamak için "uğurlu bir zaman" tayini istermiş. Hakkâkler Çarşısı'nda kazınan mühürler özel keselerde saklanır, sahibinin huyunu, karakterini, meslek ve mezhebini gösterirdi.


Buhurdanlar
Arapça bahûr sözcüğünden gelen buhur yakıldığı zaman güzel koku veren bitki, kök ve tohumlara verilen addı. Buhurdanlık bunların içinde yakıldığı kaplara denirdi. Günümüzde de kullanılan buhurdanlıklar Osmanlı döneminde evlerin olmazsa olmazlarındandı. İlk 8. yüzyılda Horasan atölyelerinde işlenen buhurdanlar hayvan biçimindeydi. Osmanlı'da tabla üzerine oturtulmuş tek ayaklı kadeh biçiminde yapılan buhurdanlar, pirinç, bakır, gümüş ve altından yapılırdı. Ev, konak ve tekkelerde Kurân ve Mevlid okunurken, "sakal-ı şerif" ziyaretlerinde, ramazanda iftar edilecek odada buhur yakılması âdetti. Gelin edilecek kızların çeyizinde yer alır, içinde saf amber, amber, ardıç tohumu, günlük, sandaltozu yakılırdı.


Sancak Kurân
Gemilerin sancak bölümünde sayfaları çoklukla düzgün altıgen ya da sekizgen formda kesilen Kurân-ı Kerim'ler bulunurdu. İnce ve hafif olmaları için çok ince kağıda yazılan bu Kurân'larda, yazı olarak nesih gubârisi kullanılırdı. Sancak Kurân'lar seferlere giderken kullanılırdı. Günümüzde bu gelenek Türk Deniz Kuvvetleri'nin gemilerinde sürdürülüyor. Yabancı bir devletten satın alınan ya da yeni yapılmış gemiler denize indirilirken, en yüksek direğin tepesine küçük matbu basılı bir Kurân yerleştiriliyor.


Seyahat dikiş seti
Dikiş nakış aletleri eskiden de önemli bir yer tutardı. Seyahatlerde kullanılmak için oluşturulan setler genellikle, nakış makası, yüksük, dikiş sökme tığı, iğnelik, büyük iğneden oluşurdu. Fildişi, altın, gümüş, pirinç kutularda tutulurdu.


Çekmeceler-hokkalar
Çekmece eskiden "içinde değerli şeylerin saklandığı küçük kilitli sandık" manasında kullanılırdı. Yazının meslek görüldüğü günlerde hokkayı, diviti saklamak için kullanılan çekmecelerin Edirne ve Üsküdar'da yapılanları çok ünlüydü. Kimilerinin üstleri ve içlerinde ta'lik hatla yazılmış bir mısra ya da beyit bulunurdu. Hokka takımları da hattatın imzası sayılır, özenle temizlenir korunurdu. Gümüş, fildişi, seramik, altın gibi malzemelerden yapılırdı. Topkapı Sarayı'nda örneklerine rastlanan çekmeceler ve hokka takımları var. Sedef, mercan ve fildişiyle işlenen çekmeceler kâtip ve hattatların o dönemdeki çalışma masası yerine geçiyordu.


Penç ten-i al-i aba tılsımlar
Eskiden insanların kötülükten, kaygıdan, vesveseden sakınmak için kullandığı yöntemler arasında mühürler, penç ten-i âl-iabâlar, tılsımlı gömlekler, şifa tasları, mühr-i Süleymanlar vardı. Penç ten-i âl-i abâlar Hz. Muhammed, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hüseyin ve Hz. Hasan'ı temsil ediyordu. Altın, gümüş ya da pirinçten kesilmiş veya madalyonlar üzerine hakkedilmiş türleri olan penç ten-i âl-i abâların diğer adı da, "Fâtıma anamızın eli"ydi.


Koyun saatler
Osmanlı'da zaman kavramı İslami yaşam kuralları çerçevesinde önemli bir yer tutardı. Günde beş vakit namaz, ramazanlarda iftar, sahur zamanla ilgili olduğu için zamanın tayini için değişik yöntemler geliştirilmişti. Mekanik saatlerin iyice dakik hale gelmesiyle saatçiliğin en önemli müşterisi haline gelen Osmanlı'da hemen herkesin bir koyun saati vardı. Kimilerinde kıblenümâ bulunurdu. Padişahlar hizmetinden memnun kaldıkları insanlara saat armağan ederdi.
Dünya Bülteni / Haber Merkezi

TÜRK BOYU PEÇENEKLER


Peçenekler kimdir?
"Peçenekler, Göktürk, Oğuz uruğularından biridir. Sekizinci yüzyılda Issık Göl ve Balkaş Gölü yakınlarında yaşarlar. Batı Göktürk Hanlığı'nın yıkılmasından sonra yerlerinden kalkarlar. Dokuzuncu yüzyıl ortalarında Hazar Hanlığı üzerinden İdil Irmağı'nın batısına doğru göçe başlarlar. Bu kıpırdanma yeni bir göç dalgasına neden olur. Peçenekler bu göç dalgasının öncüleridir. Onları Uzlar ve Kuman-Kıpçaklar izler. Peçenekler Karadeniz'in kuzeyinden, Don'dan Tuna'ya dek uzanan geniş bozkırları baştan başa ele geçirir. Zaman zaman Ruslar'la savaşırlar. Birkaç kez Kiev kentini kuşatırlar.
Bu geniş alanda koyu göçebe yaşam düzenlerini sürdürürler. Sekiz oymaktan oluşan bir birlik altında örgütlenirler. Her oymak özerk bir yapıya sahiptir. Güçlü bir oymak örgütlenme biçimleri olmasına karşın bu topraklarda kendi başlarına bir devlet kuramazlar. Devlet kurumunu yürütecek bir örgüt ve belli bir vergi düzeni getiremezler.


Peçenekler'den; Macaristan, Balkanlar, Anadolu ve Rusya'da kimi yer adları kalmıştır. Kökenleri kesin olarak bilinmez. Kişi adları, yaşam biçimleri, kazıbilim kalıntıları, ölüm törenleri, töre, gelenek ve görenekleri bakımından Türk kökenli olmaları gerekir. Tarihsel bilgiler de bu savı doğrular. Peçenekler'den söz eden en eski belge 745 yılındandır. Tibetçe yazılmış bu belgede Be-çe-nag boyu Uygur, Karluk ve Türkeşlerle birlikte anılır.
y Türkçesi'ni konuştukları sanılır. Kaşgarlı Mahmut, yirmi iki Oğuz boyunun on dokuzuncusu olarak Peçenekleri gösterir.  Ne ki, Kaşgarlı'nın bu savı kanıtlanamaz. Kaşgarlı, Peçenekler üzerine şu bilgileri verir: 'Rum alanına yakın bir yerde yaşayan ve Oğuzlar'dan olan bir Türk uruğudur.Bunların damgaları &I biçimindedir.' Ayrıca Kaşgarlı, Peçenek dilinin kimi özelliklerine ve Kıpçak, İdil Bulgarcası ile ilişkilerine değinir. Yer, zaman ve araç adlarından kimi örnekler verir.
Reşidüddin'e göre de Peçenekler Oğuz boyunun Üç Oklar kolundandır. Ongunları şahindir. Ebu'l Gazi Bahadır Han bubilgileri doğrular. Ama Bahadır Han'a göre ongunları ala tuğnaktır. Rus, Bizans ve dönemin Arap Fars kaynakları, Peçenekleri, Oğuz ve Kuman Türkleri'nin kolu gösterir. Tüm bu kaynaklar, Türk kökenli oldukları konusunda görüş birliğindedir. Ayrıca sekiz Peçenek uruğunun adı bilinir:
yavdı erdim 'Parlak Erdim'
kabukşin güla 'Ağaç kabuğu donlu Yula'
suru külbey 'Kül rengi Külbey'
küerçi çur 'Gök donlu Çur'
kara bay 'Kara Bay'
yazı kapan 'Bozkır donlu Kapan'
boru tolmaç 'Boz donlu Dilmaç'
bula çoban 'Alaca Çoban'



Németh'e göre, her uruğun adının ilk bölümü at rengidir. Buna göre, ordunun bölünüşü eski Türk, özellikle Hun geleneğine göredir. Györffy'ye göre, renkler oymak bayrağının rengi ile ilgilidir. Buna atlı halklarda pek çok örnek vardır.
Akdes Nimet kurat'ın sıraladığı uruğ adları biraz değişiktir. Kurat'a göre, sekiz uruğdan egemen kesimi oluşturan üç uruğ Kangar adını taşır. Bu sözcük 'cesur, kahraman, soylu' anlamlarına gelir. Kangar uruğları şunlardır: Ertim, Çur, Yula. Öbürleri ise Külbey (Kulbay), Karabay, Talmat, Kopon (Kaban) ve Çoban uruğlarıdır.
Anna Komnena, Peçenekler'in Kumanca'ya yakın bir dil konuştuklarını ileri sürer. Benzing, Bulgarlar'dan olduklarını savunur. Macarca'daki Bulgarca sözlerin Peçenekçe üzerinden geçtiği sanılır.
Peçenek adının anlamı üzerine kimi görüşler ileri sürülmüştür. Ne var ki genel kabul görmüş bir açıklama getirilememiştir. Barthold ve Pritsak Türkçe bacanak sözü ile açıklarlar. Buna göre, göçebeler birliği içinde belli biruruğa, han uruğuna kız vermek ve almak ayrıcalığını elde ettikleri içinbu boya bacanak denmiştir. Başka bir açıklamaya göre, Peçenek adı Beçe sözünden gelir. Beçe sözü önceleri bir kişi adıdır, giderek Beçenek biçimini alır. Macarlar arasında sıkça kullanılan Beçe adı buradan gelir.




İnsanlığın geçmişinde Peçenekler'in üç yüz yıllık bir işlev ve etkinlik süreleri vardır.
1.Yedinci yüzyıl ortalarından, Peçeneklerin, İdil Irmağı'nı geçişleri olan 889'a kadar geçen dönem.
2.Kıpçak bozkırlarında kaldıkları dönem (890-1040)
3.Bizans'la yakın ilişki ve Macaristan'a göç dönemi.
Peçenekler'in en az bilinen dönemleri, İdil Irmağı'nın doğusundaki dönemleridir. Peçenek adı ile bilinen bu Oğuz uruğları, 6-7.yüzyıllarda Göktürk Kağanlığı'nın batısında bulunmuş olmalarıdır. Göktürk anıtlarında bunların adı anılmadığına göre, o sıralarda bu topluluğun oluşmamış olduğu sanılır. 745'ten az sonra yazılan bir Uygur belgesinde Peçenekler'in beş bin asker çıkaran bir boy olduğu belirtilir. Uygurlar 745'te Doğu Göktürk Devleti'ni yıktıkları zaman, onlara karşı savaşan ve yeni han soyunu tanımak istemeyen boylar arasında Türkeşler'le yakın ilişkileri olur. Balkaş Gölü yöresinde göçebe yaşam sürerler. Oğuz, Karluk ve Kimekler'le sürekli çarpışırlar. Onların baskısı sonucunda batıya doğru kayarlar. Yayık ve İdil kıyılarına doğru çekilmeleri de Oğuz baskısı yüzündendir. Hudud-al'alam'da Peçenek Dağları'ndan söz edilir. Büyük olasılıkla bu adla Ural Dağları anılmak istenmiştir.
Etkin dönemleri, Karadeniz'in kuzeyinde Kıpçak bozkırlarında yaşam sürdükleri yıllardır. Sekiz Peçenek uruğu Emba, Yayık ve İdil ırmakları yöresinde yüz yılı aşkın bir süre kalırlar. Yerleşik bir devlet olan Hazarlar için tehlike oluştururlar. Harezm'den İdil'e giden kervan yolunu tehdit ederler. Bu yüzden 860'tan sonra Hazarlar ile Oğuzlar -Oğuzlar'ı Hazarlar yönlendirmiştir- Peçenekler'i baskı altında tutmaya başlarlar. 889'da bu baskılara dayanamayan Peçenekler İdil'in batısına göçmek zorunda kalır. Peçenekler'den kimi oymaklar, Oğuzlar'a katılır. İbni Fadlan, Bulgarlar'a giderken 922'de yayık yöresinde bunlarla karşılaşır. Bu dönemde bu Peçenekler perişan bir yüşüm sürer. 889'da Peçenekler Don boyuna gelir ve burayı yurt edinirler. Bundan sonra Peçenekler'in Kıpçak Bozkırı dönemi başlar. Bu dönemde Azar Denizi'ni ve Karadeniz bozkırlarının tek egemeni olurlar. 950-1000 yılları arasında İdil Irmağı'nın batısından Tuna Ovası'na dek geniş bir alanda yaşarlar.
Peçenekler'le uzun süreli savaşlara tutuşmak zorunda kalan Hazarlar güçsüz duruma düşer. Peçenekler'in Don boyu ve Dinyeper kıyılarını ele geçirmeleri ile buralardaki egemenliklerini yitirirler. 860 yılında Hazarlar'ın güçte düşmeleri üzerine Ruslar egemenlik alanlarını Orta Dinyeper'e, Kiev kentine kadar genişletirler. Böylece Doğu Avrupa'da Kiev Prensliği olarak yeni bir güç doğar. Ne ki, Peçenekler 9. yüzyıl sonlarında Karadeniz'in kuzeyini tutmuşlardır. Bir yandan Kiev, öbür yandan Kırım kıyılarına uzanmışlardır. Dönemin engüçlü devleti, Ortodoksluğun merkezi olan Bizans Devleti'dir. Peçenekler Bizans ile ilişkiye girerler. 869'da Bulgar Çarı Simeon, bunları Macarlar'a karşı savaşa çağırır. 917'de Bizans, Peçenekleri Bulgarlar üzerine sürmek ister. Bu olaydan elli yıl sonra Peçenekleri Kiev şehrini kuşatmış olarak görürüz. Bundan sonra geçen yüz yirmi yıllık süre içinde on bir Peçenek akınının adı geçer. Ne var ki, Ruslar'la ilişkiler yalnız savaş biçiminde değildir. Bol bol alışveriş de yapılır. Ruslar Peçenekler'den çok sayıda hayvan alır, karşılığında üretilmiş eşya ve besin maddesi verirler.
1035'te Peçenekler buz tutmuş Tuna Irmağı'nı geçerek, Tuna'nın güneyini yağmalar. Bu akın ertesi yıl üç kez yinelenir. Peçenekler'in bundan sonraki etkinlikleri Bizans'la yakından ilgilidir. Balkanlar'da Peçenekler bastırırken Anadolu'da Selçuklu saldırısı da Bizans'ı iyiden iyiye yormaktadır. Bizans siyaseti gereği, Peçenekler'den düşmanlara karşı yararlanılmak istenir. Peçenekleri hoş tutmak için başbuğlarına ve eşlerine hediyeler yollanır.Öte yandan Peçenekler'de iç huzursuzluk başlamış, Bizans'a yönelen akınlar azalmıştır.
Bu dönemde Özü ve Tuna ırmakları arasında bulunan on üç uruğdan oluşan Peçenekler'in başında Kilter oğlu Turak (Durak-Direk?) adlı bir han vardır. Peçenekleri doğudan Oğuzlar sürekli olarak sıkıştırır. Turak bu savaşlar sırasında korkak davranır. Oğuzlar'a karşı savaşmaktansa Tuna boylarındaki sazlıklara çekilmeyi yeğler. Bu yüzden, iki Peçenek uruğu kendinden kopar. Balçar oğlu Kegen adlı çok yiğit birini bey seçerler. Kegen'in yönetimindeki iki uruğ, Bizans topraklarına göçmek zorunda kalır. Bizans bu iki uruğu çok iyi karşılar. Tuna boylarında sınır bekçiliği görevini verir. Silistre yöresinde toprak ayırır. Bunlar toplu olarak Bizans'a katılır ve Hıristiyanlığı seçer. Bizans'a katılan bu iki uruğ, ırkdaşlarından öç almak için Tuna'yı geçip ırkdaşlarına akınlar yapar. Bu akınlar sonucunda asılPeçenekler yenilgiye uğrar. Turak ve yüz kırk Peçenek başbuğu Bizans'ın eline geçer.  Bizans yönetimi asker olarak bunlardan yararlanma düşüncesiyle tutsaklara dokunmaz. Bunlardan akseri alanda yararlanılır ve Selçuklular'a karşı onbeş bin kişilik bir güç harekete geçirilir. Ne ki, sonra bu ordu dönüp yeniden Bizans'a saldırır. Balkanlar'daki soydaşlarının katılımıyla Edirne'ye kuşatırlarsa da başarılı olamazlar. 1050'de Peçenek-Bizans savaşları çok şiddetlenir. Peçenek akınları, Marmara kıyılarına dek uzanır. Üç yıl sonra Bizanslılar çok ağır bir yenilgiye uğrar. Otuz yıllık bir barış anlaşması yaparlar. Ne var ki barış kısa sürer ve yeniden Peçenek akınları başlar. Peçenek Başbuğu Selte, bu akınlarda önemli görevler üstlenir. Bu sırada Balkanlar'a Oğuzlar'dan bir kol sarkar. Peçenekler için yorgun ve perişan eski düşmanlarından öç almanın sırası gelmiştir. Oğuzlar'ın birçoğunu öldürürler. Kılıç artığı Oğuzlar, Bizanslılar'ca Balkanlar'da değişik alanlara yerleştirilir. Bir bölümü de Dobruca'da kalır. Bir süre sonra bunlar yerleşik yaşama geçecek veHıristiyanlığı seçeceklerdir. Hıristiyan Türkler'in başlıca temsilcisi olan Gagavuzlar bunların torunlarıdır.
Büyük Oğuz eyleminden sonra Tuna boyları yine Peçenek denetiminde kalır. Kimi Peçenek boyları Bizans'ın korumalığını üstlenir. Esas Peçenek ağırlığı ise Tuna boylarında önemli bir güç durumundadır. Bunlardan bir bölümü Bizans yönetiminde, Selçuklular'a karşı savaşmak üzere Malazgirt'e gidecektir. Ne var ki, orada soydaşları ile bağlantı kurup karşı yana geçeceklerdir. Balkanlar'daki Peçenekler, Malazgirt bozgunundan sonra 1078'de Edirne'yi yeniden kuşatır. Bizans'a sürekli akınlar düzenlerler. Selçuklu Türkleri Anadolu'dan Bizans'ı sıkıştırırken, Balkanlar'da Peçenekler akınlarını sürdürür. Nitekim 1087'de Silistre'de Bizans'ı ağır bir yenilgiye uğratırlar. Ancak, sonuçta Bizans siyasetinin yenilgisine uğrarlar. Bizans, Kuman-Kıpçakları Peçenekler'e karşı kışkırtır. Bir göçebe halkı öbürünün üzerine yollama biçimindeki üstün siyasetini bir kez daha kanıtlar. Oysa bu sırada Selçuk Türkleri de Bizans'ı Anadolu'dan sıkıştırmaktadır. İzmir Beyi Çaka, Peçenekler'le birlikte Bizans'a son vuruş yapma uğraşı içindedir. Bizans, Meriç boyuna inmek üzere olan Peçeneklere karşı Kumanları harekete geçirir. 1091 Nisanı'nda Peçenekler Meriç boylarında ağır bir yenilgiye uğrar. Yalnız küçük bir Peçenek topluluğu bu savaştan kurtulup Tuna boylarına Macaristan'a çekilebilir. Bu savaştan sonra Peçenekler etkir bir askeri güç olmaktan çıkar. Gerçi arada bir Bizans'a cılız saldırılarda bulunurlar. Son saldırıları ise 1197'de olur. Bu tarihten sonra Bizans tarihlerinde adları anılmaz. Balkanlar'da öbür halklar arasında eriyip giderler."
(Türkler'in Dili, Fuat Bozkurt, Kapı Yayınları, S.40-45)





Tarihi Çevir Marşı
Tarihi çevir nal sesi kısrak sesi bunlar
Delmiş Romanın kalbini mızrak gibi Hunlar
Göktürkler, Uygurlar,Oğuzlar, Peçenekler
Türkün yüce tarihine binbir zafer ekler

Dünya atının nalları altında ezildi
Kaç Haçlı sefer göğsüne çarpınca kesildi
Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden
Kudret ve zafer bizlere miras dedemizden