Yaraların Nerede?
Neredeyse günlerdir kendimi sorgulamaktan yorgunum.
Ah göçebe yüreğim!
Bu kadar sıradan bu kadar alışılmış bir hikayede, uçsuz bucaksız bir zamanda, pencere kıyısında yalnızlığı anımsatan bir dehlizde, içine uzanıveren beyaz bir ışığı anlatmak zor hem de çok...
Ancak dişleyerek çözebileceğin sımsıkı bir düğümü çözmeye çalışmak gibi...
Başka bir şekle bürünebilmeli insan...
Aynı hikayeye her seferinde başka bir göz, başka bir ruh ile bakabilmeli.
Ha yoook, "benim kurallarım, sınırlarım sabittir" diyorsan, belki de tam o noktada ezber bozulmalı...
Hep aynı biçim, aynı ifade ile yaşayıp ölmek;
Yok istemiyorum, oluru yoksa çekin ipimi...
Hatta bu seremoni şöyle zuhur etsin;
Sevdiğim alnımdan öperek, tekmelesin altımdaki sandalyeyi.
Veya taşları doldurup ceplerime, nilüfer dolu bir göle bırakayım kendimi,
tan yeri vakti, sessiz sedasız...
Ama ben bu emanet cana kıyamam ki...
İnsan sevgiyle, inançla, acıyla ve hatta insanla yoğrulmalı ve zamanla başka başka insan olmalı...
Öyle geldiğin gibi gitmek en kolayı.
Rumi der ki;
"Tanrı cennetin kapılarında şu soruyu sorar:
Bırakıldığın gibi geri geldin. Fırsatlarla dolu bir hayat bahşedildi sana, peki bu gezintiden arta kalan yara berelerin nerede?"
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder