Bu Blogda Ara

13 Temmuz 2012 Cuma

TURFAN UYGURLARI

Göktürk çağında kimliğini bulan bu Uygur oymağı, Göktürkleri 743 yılında mağlup ederek Ötügen bölgesinde yeni devletlerini kurmuşlar ve bu bölgede bir asır yaşamışlardır. Ancak bilhassa oymaklar arasındaki çekişmelerden dolayı bu Uygur birliği bozulmuş ve bunun neticesi olarak 840 tarihinde Kırgızlar tarafından mağlup edilmişlerdir. Böylece ilk yurtlarını bırakmak mecburiyetinde kalan Uygurlardan bir grup, Çin'in kuzey bölgelerine gitmişler ve bir müddet sonra Çin hâkimiyetini tamamen kabul ederek Çinlileşmişlerdir. Bir kısım Uygurlar ise, bugünkü Sarı Nehrin doğusuna gelip yerleşmişler ve bugün bile Sarı Uygurlar diye adlandırılan varlıklarını korumuşlardır. Yine güneye yapılan göçler neticesinde bir kısım Uygurlar, daha da güneye inerek Kan-chou, Sha-chou ve Kao-ch'ang şehirlerine gelip yerleşmişlerdir.
 Bu bölgeye yerleşen Uygurlardan en uzun ömürlüsü ve tarihe damgasını vuran Kao-ch'ang Uygurları olmuştur. 9. yüzyıl ortalarından itibaren yeni yerlerine yerleşen bu Uygurlar, gerek Çin kaynaklarında ve gerekse Batı kaynaklarında oturdukları yer ismine ve bazen de hükümdarlarının aldıkları ünvanlara göre isimlendirilmişlerdir. Bu Uygurların çeşitli isimler altında karşımıza çıkmalarının sebebi ikidir. Birincisi, zaman zaman birisi diğerine nazaran daha fazla üstünlük sağlamış olan şehirlerin ortaya çıkması, ikinci husus ise, başta bulunan hükümdarların ünvanlarıyla Çin kaynaklarında anılmış olmalarıdır.
 Coğrafî alan olarak bugünkü Turfan bölgesinin etrafında oturan bu Uygurların Çin kaynaklarında ilk beliren ve bir devlet olarak ortaya çıkan ismi Kao-ch'ang Uygurları olmuştur. Kendilerine Çin kaynaklarında Kao-ch'ang Kuo ("Kao-ch'ang Devleti") ismi verilmiştir. Çin kaynaklarında bu Uygurlara Hsi-chou Uygurları da dendiğini görüyoruz. Bunun sebebi ise T'ang sülalesi (618-905) zamanında Kao-ch'ang olarak bilinen şehrin 460 tarihinde Çin'in bir eyaleti haline getirildiği zaman isminin Hsi-chou olmasındandır. Hsi-chou ismi Uygurların bu bölgeye gelip yerleşmelerinden sonra yerini şehrin ilk ismi olan Kao-ch'anga bırakmıştır. Bu Uygurların Çin kaynaklarında geçen bir diğer isimleri de P'ei-t'ing (Beşbalık) Uygurlarıdır. Çünkü Uygurlar bu bölgeye yerleştikten sonra kağanlarının yazlık merkezi Beşbalık olmuş ve yaz aylarında Çin'den gelen elçiler hep burada karşılanmıştır. Beşbalık şehri esasında uzun bir zamandır Türk hâkimiyetinde kalmış bir şehirdir. Şehir 629 yılında Batı Göktürklerin idaresi altına girmiş ve bu tarihten sonra şehir "Kağan Stupa" (Kağan Türbesi) olarak isimlendirilmiştir. 648'lerdeki Çin istilasından sonra şehir tekrar Çinlilerin eline geçmiş fakat 720 tarihinde Beşbalık tekrar Çinlilerden alınmış ve Türkleştirilmiştir. Şehir 840 tarihinden sonra buraya gelen Uygurlar vasıtasıyla da çok uzun müddet Türklerin önemli bir kültür merkezi olmuştur.
 1220'lerdeki Moğolların Batı istilasından sonra Kao-ch'ang şehri önemini kaybetmiş ve şehir Qoço olarak anılmaya başlamıştır. Çin kaynaklarında da bu isimle anılmıştır. Bu bölge Uygurları son olarak 1406 tarihinden itibaren Tu-lu-fan (Turfan) Uygurları olarak Çin kaynaklarında gösterilmiştir.
 Kırgız yenilgisinden sonra güneye gelip yerleşen bu Uygurlar, başlarında bulunan hükümdarın ünvanı ile de Çin kaynaklarında anılmışladır. Hükümdarların aldıkları bu ünvanlar Shıh-tzu Vilang (Arslan kağan) ve I-tu-hu (Idiqut) olarak bilinmektedir. Cin kaynaklarında Arslan Han Uygurları veya Idiqut Uygurları diye isimlendirilen bu Uygurlar, yukarıda çeşitli şehir isimleri ile anılan Uygurlarla aynıdır. Bizim Türk tarihçiliğimizde daha ziyade Turfan Uygurları olarak bilinmektedir.1
 Turfan Uygurlarının kimliğini böylece belirledikten sonra asıl konumuz olan kültürlerinin ne olduğuna geçebiliriz. Sosyal Antropologların bile hâlâ bugün tam bir tarifini yapamadıkları "kültür" sözcüğünün ve hatta kültür-medeniyet birliğinin yahut ayrılığının münakaşasına burada girecek değilim. Fakat her kabilenin, kavmin, devletin kendine has kültürleri olduğu gerçeğinden hareket ederek bu meseleyi ele alacağım. Kültürler toplumsal olduğuna ve içinde bulundukları hayat şartlarına bağlı olduklarına göre, her kültür, kendi devamlılığını sağlamaya çalışır ve bunun neticesi olarak da aynı toplumlar bu kültür devamlılığı için çalışırlar. Kültür bir bakıma toplumsal olarak öğrenilen ve aynı yoldan yeni kuşaklara geçen kalıplar olduğundan bu genel özellikler elbette Türk toplumunda da görülmektedir.
 Şimdi bu yukarıda söylediklerimizi biraz daha açmaya ve Uygurlar için tatbik etmeye geçebiliriz.
 Uygurlar 150 sene kadar hakimiyetleri altında kalmış oldukları Göktürklerin elbette ki inançlarına, törelerine ve kültürlerine bağlı kalmışlardır. Ancak daha Göktürkler içinde bir oymak halinde iken T'ang sülalesi zamanında Çin kültürü ile ve daha sonra bu bölgeleri Çinlilerden alarak 670-760 yıllarında hüküm süren Tibetlilerden dolayı da bir Tibet kültürü ile karşılaştıkları bilinmektedir.2 Tabiat şartlarının ve çevrenin kültürler üzerinde ne kadar etken olduğu bir gerçekse de bunun kadar önemli diğer bir faktör de din olgusudur. Genel olarak İslâm öncesi Türk topluluklarının, dinlere karşı bakış açıları çok yumuşak olmuş ve çok kolay bir dinden diğer bir dine geçebilmişlerdir. Uygurların da çeşitli dinlere karşı gösterdikleri yakınlık ve hoşgörü çok önemlidir. Daha Ötügen bölgesinde oturdukları bir sırada Çin'de tanıdıkları Mani dinini kendi ülkelerine alıp getirmişler ve devletin resmî dini haline sokmuşlardır. Bununla da kalmayıp Çin'den aldıkları bu dinin Çin'de koruyucusu olmuşlardır. Diğer taraftan en yakın ve tarihte en uzun süreli olarak münasebette bulundukları devlet olan Çin ise zaman zaman yabancı dinlere karşı kapalı olmuş ve bu dinlerin yayılmalarını önlemek için çeşitli tedbirler almıştır. Bunun en açık örneğini Ötügen'deki Uygurların yıkılışından sonra Çin'deki Mani mabetlerinin yıkılmasında ve Tao'istler tarafından Çin'in bir garnizonu olan Kao-ch'ang'da oturan Budist, Maniheist ve Nesturi keşişlere karşı cephe almaları ile görüyoruz. Tao'istler keşişlerin mesleklerini bırakarak vergi ödemelerini, askerlik yapmalarım ve evlenmelerini istemişlerdir Bunları yapmayanlar ise ölümle cezalandırılmıştır. İşte böyle bir mezar Kao-ch'ang şehrinde bulunmuştur.

Turfan Uygurlarının siyasî rolleri eski Ötügen Uygurları gibi önemli olmamış fakat Turfan bölgesinin kendine mahsus kültürünü içlerine sindirmişler ve bu bölgede yaşayan dinlerin sadık müminleri olmuşlardır. Sadece din değil aynı zamanda yeni yerleştikleri bölge de Turfan Uygurlarının kültürleri üzerinde etkili olmuştur. Bu bölgenin ticaret yolları üzerinde bulunması yüzünden doğudan ve batıdan gidip gelen tüccarlarla konuşma, alış-veriş etme, onların dünya hakkındaki bilgi ve görgülerine yeni bir yön vermiştir.

Yukarıda dinin de kültürleri etkileyen önemli unsurlardan biri olduğundan söz etmiştik. Turfan Uygurlarının kargılaştıkları ve benimsedikleri bilhassa iki dinin rolü çok büyük olmuştur. 7. yüzyılın başlarında Budizm ve 8. yüzyılın sonlarına doğru da Maniheizmi kabul etmiş olan Uygurlar, bu her iki dinin bütün özelliklerini ancak Turfan bölgesine yerleştikten sonra benimseyebilmişlerdir. Bilhassa Maniheizm'in bir tüccar ve şehirli dini olması Uygurların ilim, edebiyat, ticaret ve diğer sanatlardaki başarılarını sağlamıştır.

Turfan bölgesinde Budizmle ve Maniheizmle daha iç içe olan Uygurlar hiç bir zaman eski inançlarını da bırakmamışlardır 10. yüzyılda Turfan Uygurlarına giden resmî Çin elçisi bu hususta şunları söylemektedir: Orada elliden fazla Budist manastırı vardır. Onların hepsinde T'ang sülalesi tarafından konulmuş olan kitabeler görülür. Manastırların içinde Budist Kanun kitapları vardır. Burada hemen şunu ilâve edeyim ki Budist eserleri Uygurcaya tercüme edilirken Türk diline uygun ve oldukça serbest bir şekilde çevrilmiştir. Bu yüzden de esas metinlere oranla birkaç misli genişlemiş tercümeler meydana gelmiştir. Çin elçisi devamla Turfan Uygurlarının daha çok ilkbahar aylarında seyahat ettiklerini ve gruplar halinde seyahat ederken kendi aralarında müzik aleti çaldıklarını ve at üstünde çeşitli canlı varlıklara yay çekerek ok attıklarından bahsetmekte ve bu yapılan işin "Gökten gelecek kötülüklere kargı kurban verme" olduğunu kaydetmektedir. Seyyah yine bir başka gözleminde üçüncü ayın dokuzuncu günü "Han-shıh" festivalini kutladıklarından bahsetmektedir. Bu festival Çinliler tarafından kutlanan Ch'ing-ming festivalinden bir gün öncedir ve manâsı "Soğuk Yemek Festivali"dir. Ch'ing-ming festivali Hıristiyanların "Paskalya"sına ve Müslümanların da "Hızır Günü"ne tekabül eder. Bu festivalin izlerine bugün bile Çin'de rastlanmaktadır. Bu festivalin gereği evin içindeki ve dışındaki bütün ateşler söndürülür ve 24 saat içinde yeni bir ateş yakılmaz ve bir gün önceden hazırlanan soğuk yemekler yenilirdi. Elçi devamla Uygurların gümüş ve pirinçten kaplar yaparak su ile doldurduklarını ve bu suyu birbirlerine fışkırtarak yahut suyu birbirlerine atarak spor yaptıklarından bahsetmektedir. Yukarıdaki bu hususlar hiç şüphesiz eski dinî inançlarının bir göstergesidir.4
 Yarı göçebe bir devlet iken, çeşitli sebeplerden dolayı yıkılıp güneye inen Uygurlarda, hem yerleşikliğin özelliklerinden dolayı hem de komşusu olan Çin'in kendinden önce bir hukuk ve sosyal nizamlarının olması neticesinde, büyük bir gelişme olmuştur Turfan Uygurlarından kalma Hukuk vesikaları, Uygur cemiyetinin sosyal, ekonomik ve hukukî düzenleri hakkında bize bilgi vermektedir. Bilindiği gibi, yerleşikliğin en büyük özelliklerinden birisi de şehirleşmedir. Kurulan bu şehirler de pazarların ortaya çıkmasını, alış-verişte paranın kullanılmasını, hem mübadeleyi kolaylaştıran hem de, rekabet ve pazarlığı ortaya çıkaran unsur olmuştur.
 Uygur vesikalarının gerek model olarak ve gerekse içindeki terimlerinin çoğunun Çince'den geçtiği ileri sürülmüş ve bu yüzden çeşitli fikirler ortaya atılmıştır. Esasında Uygur vesikaları ile Çin vesikalarının bir karşılaştırması tam olarak henüz yapılmamıştır. Bundan dolayı bu mevzuda birşeyler söylemek henüz erkendir. Genel olarak Uygurların Çin'den köklü medeniyet unsurları almamış olduklarını savunan Alman bilim adamı Le Coq, Uygurlara ataları gibi tamamen Batı medeniyetindeki bir devlet gibi bakılabileceğini ve onların Budizm, Manihaizm ve Hıristiyanlık dinlerini çeşitli zamanlarda benimsediklerinden dolayı bu fikirde olduğunu ileri sürmektedir. Le Coq ayrıca kullanılan Sogd yazısının da Batıdan alındığını söylemekte ve Uygurlarda Çin medeniyetinin tesirinin ancak harici olarak görüldüğünden söz etmektedir. Çatal yerine kullanılan ufak çubuklar, Çin mürekkebi, fırça ile boya yapmaları hep haricî olarak görülen tesirlerdir demektedir. Buna mukabil Japon Toru Haneda ise Le Coq'un bu fikirlerini tamamen reddetmektedir. Haneda'nın fikrine göre, Çin Budist kitapları Uygurca'ya çevrilmiş ve Çin takvimi de Uygurlar tarafından kendilerine uydurulmuştur. Çince fal kitapları da Uygurca'ya tercüme edilmiş ve üzerinde Uygur Kağanlarının isimleri olan Uygur paraları tamamen Çin paralarından taklit edilerek yapılmıştır. Haneda'nın fikrine göre, Çin tesirinin en güzel örneği ise, Uygur satış ve borç verme vesikalarının, Türkistan'da, Çin vesikalarının bulunmasından sonra ortaya çıkmış olmalarını göstermektedir. Burada her iki ilim adamının fikirlerini tek tek analiz edecek değilim. Ancak hemen şunu söyleyebilirim ki, ister doğu'dan ister batıdan alınmış olsun Uygurlar tarafından kendi bünyelerine tamamen uydurulmuş ve hemen hemen yepyeni veçheler kazanmıştır. Belki vesikaların Çin tesirinde kalışı şekil ve muhteva bakımından olmuştur ama vesikalar dikkatle incelediğinde eski Türk örf ve adetlerinin tamamen buralara yansıdığını kesin bir şekilde söylememiz mümkündür.s
 Turfan Uygurları da kendinden önce kurulmuş olan diğer Türk devletleri gibi çeşitli kavimlerle münasebette bulunmuşlardır. Bunun sonucu olarak da pek tabiîdir ki karşılıklı olarak kültür etkileşimleri olmuştur. Turfan Uygurlarının yaşadığı dönemde Kuzey Çin'de 907-1125 tarihleri arasında hüküm sürmüş olan Liao yahut Kitan'larla da kültürel münasebetler olmuştur. Orta Asya Türklerinin en önemli içkisi olan "Kımız" Uygurlar tarafından Kitanlara geçmiştir. Yine kavun-karpuz Uygurlar tarafından Kitanlara tanıtılmış ve bu meyvanın ekimini öğrenmişlerdir. 924 senesinde Kitanlardan Turfan Uygurları'na giden bir elçilik heyetinden sonra Kitanlar "Küçük yazı" diye isimlendirilen yazı sistemlerini kullanmaya başlamışlardır. Yine Uygur-Kitan ilişkilerinden sonradır ki Uygurların kullandıkları pek çok ünvan Kitanlara geçmiştir. "Kağan", "Tarkan", "Bilge" gibi ünvanlar hep bu yolla Kitanlara geçmiştir.
 Bugünkü Orta Asya Türklerinin çoğunda dil ve inanç bakımından Turfan Uygurları'nın rolü büyük olmuştur. Bundan dolayı da Karahanlı Devleti ve Moğol Çağatay edebiyatının kökleri Turfan Uygurları'na dayanmıştır. 9. yüzyılda Turfan havzası Uygurlar tarafından tamamen Türkleştirilmiştir. Bu dönemde yalnız konuşma ve yazı dili değil, aynı zamanda Budizm, Maniheizm ve Nestorianizm gibi çeşitli dinlere ait okunacak bütün dualar tamamen Türkçe olmuştur.7
 Netice olarak şunları söyleyebiliriz: Uygur kültürü, Orta Asyadaki kosmopolit kültür ve Uluslararası dinler ile Türk kültürü arasında gelişerek, yerleşik Türk kültürünün olgunlaşmasına yol açmıştır. Şehir hayatları çok düzenli olmuştur. Maniheizm ve Budizm'den dolayı, sanatlarında, edebiyatlarında çok mükemmel eserler ortaya çıkmıştır. Uygur beylerinin ve hatunlarının senet ile kurdukları "Buyan" (hayrat manasında kurulan manastırlar) müesaeselerinde, okuma imkânı, hastane ve yolcular ile yoksullar için yatacak yerler mevcud olmuştur. Bir taraftan Doğu Asya milletleri (Kıtaylar ve Moğollar) diğer yandan Müslüman Türkler, Turfan Uygur kültürünün varisi olmuşlardır. Yalnız bütün bunlar bilindiği halde nedense bizim Türk tarihçilerimizden bazıları Uygurların bilhassa Mani dinini benimsemelerinden dolayı "Türkleri zayıflatmak için kurulan bu tuzağa Uygurlar 763 senesinde tutulmuşlardır" demekte ve bir başkası daha da ileri giderek "Uygurlar Türk Tarihine, Türk Varlığına, Türk Irkına ve Türk Kültürüne ihanet etmişlerdir" diyebilmektedir.
 Turfan Uygurları'nın Maniheizm ve Budizm'e duydukları yakın ilgi ve bu dinlerin eserlerinin Uygurca'ya tercüme edilmiş olduğunu yukarıda söylemiştim. Bu devirden kalma eserler bizzat Atatürk tarafından da incelenmiştir. Bunun en güzel belirtisini Atatürk'ün 26 Ağustos 1934 tarihinde İzmir panayırının açılışı münasebetiyle İsmet İnönü'ye çektiği telgrafın sonunda yer alan "Namo İsmet" (Hürmet İsmet'e) ibaresinin bulunmasından anlıyoruz. Bilindiği gibi dinî Budist eserler "Namo but, Namo dram, Namo sang (Hürmet Burkan'a, Hürmet şeriate, Hürmet cemaate) diye bağlamaktadır.
 DİPNOTLAR:
* Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü.
1 Özkan İzgi, "Kao-ch'ang Uygurları Hakkında", Tarih Dergisi, 32 Mart 1989,
e.3-6.
2 Emel Esin, Antecedents and Development of Buddhist and Manichean
Turkish Art in Eastern Turkestan and Kansu, Istanbul 1967, s.17.
3 L.Ligetti, Bilinmeyen İç Asya, İstanbul 1946, s.244.
4 Özkan İzgi, Çin Elçisi Wang Yen-te'nin Uygur Seyahatnamesi, Türk Tarih
Kurumu Yayınları, Ankara 1989, s.68.
5 Özkan İzgi, Uygurların Siyasî ve Kültürel Tarihi, (Hukuk Vesikalarına
Göre), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara 1987, s.53-55.
6 Wittfogel Karl A., -Feng Chia -sheng History of Chinese Society Liao (907-
1125)b Philedilphia 1494, s. 243.
7 Emel Esin, Türk Kültür Tarihi İç Asya'da Erken Safhalar Ankara 1985,
2.12.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder