Bu Blogda Ara

6 Mart 2012 Salı

CATHARLAR KİMDİR?

CATHARLAR KİMDİR ?
 Cathar sözcüğü Helen dilinde “catharos” kökünden gelir ve arinmislar ya da temiz ruhlar anlamına gelir. Catharlara aynı zamanda Güney Fransa da Albililer (Albigenses), Dalmaçya ve Kuzey İtalya da Patarinolar, Kuzey Fransa da Publicainler, Alplerde Waldense’ler ve Ren ülkesinde Ketzer denilmekteydi.
Catharlara karşı gerçekleştirilmiş Haçlı Seferi’ne “Albigenses Crusade” (Albililere Karşı Yapılmış Haçlı Seferi) adının verilmiş olması ise Albi Piskoposu’na bağlı bölgede bu seferin gerçekleştirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Cathar’lar bir etnik grup değildiler. Birçok etnik grubu içinde bulunduran oldukça kozmopolit bir yapıya sahiptiler. Zaten kendilerine ait bir ülkeleri olmadığı gibi kimi azınlıkta, kimi çoğunlukta oldukları Güney Fransa topraklarında yoğun olarak yaşamaktaydılar. Öte yandan, topluluğa gün geçtikçe çeşitli yörelerden katılımlar da olmaktaydı ve genişlemekteydiler. Yani Cathar olmak bir kimlikti. Cathar inancına sahip olanlar bu kimliği taşımaktaydı. Yaşam biçimlerini şekillendiren bu kimlik sonucunda Katolik Kilisesi tarafından sapkın ilan edildiler zaten.
Bir görüşe göre, dokuzuncu yüzyılda Balkanlarda ” Bogomil ” (Tanrı Dostları) adıyla anılan Katolik Kilisesine karşıt görüşe sahip Hristyan mezhebin soykırımı çağrıştırır bir kovuşturmaya uğramasından sonra, kaçabilen bir grubun Güney Fransa’ya sığınmasıyla başlamıştı Cathar hareketi. Bogomil’lerin öncülleri ise, Anadolu’da bir direniş olarak ortaya çıkan “Paulisyen” cemaati ve eski Ermeni Kilisesi’ydi. Onların öncülleriyse, Hristiyanlık öncesi dönemin eski Pers düşüncesine ve kısmen antik Mezopotamya inançlarına dek varıyordu. Cathar inancı bu düşünceleri ve inanışları kapsıyordu.
Eski bir Cathar Psikoposu olan Rainier Sacconi 1250 yılına doğru yargılandığı engizisyon mahkemesinde Fransa, İtalya, Balkanlar ve İstanbul da 16 kiliseye sahip olduklarını ifade etmiştir. Ayrıca Languedoc, Felix-de-Caraman da İstanbul ‘dan gelmiş olan yüksek rütbeli Niquinta adlı bir papaz başkanlığında Cathar ruhani meclisinin toplandığı da engizisyon kayıtlarında yer almaktadır. Bu da bize Catharların yok edildikleri varsayılan yıllarda bile halen varlıklarını sürdürdüklerini, geniş bir coğrafyaya yayılmış olduklarını ve gerek Bizans gerekse Balkanlarla bağlantılarının sürdüğünü söylemektedir. Belki de bu nedenle Catharlar la Şeyh Bedrettin hareketi arasında hep bir paralellik kurulmuştur.
CATHARLAR NEREDE YAŞAMIŞLARDI?
Tarihte ortaya çıktıkları ve hep güçlü konumda olarak yaşadıkları yer itibarıyla Catharlar bir Güney Fransa toplumu olarak betimlenmişlerdir. Özellikle Tapınak Şövalyeleri, Hastane Tarikatı ve Haçlı Seferleri üzerine araştırma yapan herkesin yolu Cathar’ların bir zamanlar yoğun olarak yaşadıkları Fransa nın Languedoc yöresinden geçer. Languedoc Oc dilini konuşanların bölgesi anlamına gelir, bir diğer deyişle Oksitanya. Oksitanya, XII. Yüzyılda kendi dilini konuşan, bayındır, zengin bir ülkedir.Uygarlık yarışında kuzey komşusu olan Fransa Krallığı’nı geride bırakmışlardır.
Languedoc bölgesi, 11-12 inci yüzyıllarda aynı zamanda Endülüs Emevilerinin yönetimi altında yaşayan Sefarad Yahudileri ve Hıristiyan yönetimi altında yaşayan Aşkenaz Yahudileri için bir kavşak noktasıdır. 11 ve 12inci yüzyıllarda Oksitanya da entelektüel faaliyetlerde övgüye değer bir gelişme vardır. Yunanca, Arapça ve İbranice büyük bir çoğunluk tarafından aynı anda konuşulan dillerdir. Narbonne daki okullarda Kabbala eğitimi veriliyor, hem dinsel tartışmalar hem de doğa bilimleri konusunda geçmişin birikimleri Arap, Yahudi ve Avrupalı kavimlerle ortaklaşa paylaşılıyordu.
Bu nedenle Languedoc bölgesi Avrupa da Rönesans a kadar görülemeyecek kadar yüksek bir kültür düzeyine ulaşmıştı. Cathar öğretisinin Oksitanya gibi çağında ekonomi, felsefe ve sanat bakımından gelişmiş bir yörede ortaya çıkması, üstelik bölgedeki feodaller tarafından da desteklenmesi hayli ilginçtir. Bu destek feodallerin Cathar inancına bağlılığından çok, Katolik Kilisesinin topladığı vergi ve Krallığın aldığı haraca kızmaları sonucu oluşmuştur.
CATHAR KİMLİĞİ NEDİR?
Bir toplumun kimliğini belirleyen en önemli etmen o toplumun inanç sistemidir. Catharların inanç sistemi başlıca aşağıdaki ilkelerden oluşuyordu;
- Ruhsal evren, görünmez, sonsuz ve tüm iyilikleri bünyesinde toplayan Tanrı tarafından yaratılmıştır. Yani Tanrı tümüyle bir ruhsal varlıktır, maddeden arınmıştır. O sevgidir. Sevgi, güç ile bağdaşamaz. Evrendeki maddi oluşum ise güç kullanılarak yaratılmıştır. Yani Dünya’nın oluşumu, Tanrısal tahta zorla oturmuş bir “hilekar Tanrı” nın yani Şeytan’ın yaratımıdır. Bu nedenle, maddi evren hiçbir zaman iyileştirilemez; sonsuza kadar kötü olarak kalacaktır. Ancak, insan ruhunun daha üstün bir düzeye getirilip, yetkinleşme doğrultusunda ilerlemesi sağlanabilir. Böylece maddi evrenin kötülüklerinden sıyrılmak, yani ölüm bir tür kurtuluş kabul edilmelidir. Unutulmamalıdır ki ruh ölümsüzdür. Dünya da başka bir canlı formunda varlığını sürdürecektir.
- Catharlar her insanın dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetmeksizin eşit yaratıldığı ve bilgilenme yoluyla kardeşçe birlikte yaşayabileceklerine inanıyorlardı. Maddi Dünya’nın kötülüğü nedeniyle taşınmaz mülkiyetine karşı oldukları için topluluk ortalama refahı eşitçe paylaşmayı hedeflemişti. Bir tür komünal yaşam düzeni oluşturmuşlardı. Üstelik bunu İsa’nın Matta İncilinde yer alan bir cümlesine dayandırıyorlardı. “İsa ona dedi ki, eğer kusursuz olmak istersen, git malını mülkünü sat, yoksullara ver ki, hazinen göklerde olsun. Sonra gel ve beni izle” Matta 19:21
- Catharlar kendilerini gerçek Hristiyan olarak adlandırmaktaydılar. Ancak Katolik Kilisesi’nin koymuş olduğu dogmalara inanmıyorlardı. Tanrı-İsa-Kutsal Ruh üçlemesine inanmıyor hele haça tapınmaya kesinlikle karşı çıkıp bunların İsa’ya özgü işler olmadığı, din adamlarınca uydurulduğunu ileri sürüyorlardı. Zaten ruhban sınıfına tümüyle karşıydılar. Tanrı ile insan arasına hiç kimsenin giremeyeceğini, inanç için bir “yetkili aracı” ya da “din görevlisi”ne gerek olmadığını ileri sürüyorlardı. Şayet Tanrı inancı araya giren bir kişi kanalıyla edinilirse, bunun “ ikinci el ” olacağı görüşüyle, herkesin kendi inancını kendi başına ve ilk elden edinmesi gerektiğini savunuyorlardı. Bir diğer deyişle, “ruhban sınıfı” olgusuna ve din yönetiminde hiyerarşik nitelikli bir kurumsal yapılanmaya karşıydılar.
- Kendilerinin öteden beri kullanılanlardan hayli farklı bir öğretisi ve buna ilişkin bir tür ayin kitapları vardı. Gerek bu kitaba, gerekse bu kitap uyarınca yapılan ritüelik uygulamaya Consolamentum (kutsanma, avunma) deniyordu. Consolamentum uygulamasından geçirilen bir kişi “ arınmış ” olmaz; inancı güçlenir ve ruhunu kötülüklerden arındırma yolunda hız kazanır. Cathar inancına göre, İsa bir “kurtarıcı” değil, Consolamentum’un ilk örneğini vermiş olan kişidir. Sözleriyle bir tanrısal ilkeler bütününü değil, anlamına ancak kusursuzların varabileceği derin bir ruhsal bilgi iletmiştir.
- Sadece ergin yaşa gelmiş olanların inanç sahibi olabileceğinin benimsendiği Cathar toplumunda iki sınıf bulunmaktaydı. Topluluğun çoğunluğunu oluşturan ve Consolamentum töreninden geçmemiş “İnananlar” yada sıradan Catharlar ve Consolamentum töreni yaşamış olan “kusursuz” olarak adlandırılan din adamları. Üstelik kusursuz olabilme konusunda erkek ile kadın arasında ayırım yoktu. Cathar inancını diğer tüm dinlerden ayıran en büyük özelliklerden biri, tarihte ilk kez her iki cinsin eşit koşullarda din görevlisi olabilmesi idi.
Cathar inancı, İkicilik ya da Düalizm denilen, “her bakımdan birbirine karşıt öğe ve oluşumların birbirleriyle sürekli savaşımı” benimseyişi üzerine kuruludur. Bu bakımdan doğuda birçok örneği görülen din ve inanç sistemleriyle benzerlik gösterir. Budizm ve Hinduizm ile de uyumlu yanları vardır ama en çok Manicilik olarak anılan bir dinsel inanç sistemine yakındır. Manicilik 3. yüzyıl sonlarında, İranlı Mani (Manes) tarafından Zerdüşt’ün, Buda’nın ve Hz. İsa’nın ilkelerini birleştirerek oluşturulmuş, toplumda hiçbir sosyal ya da politik değişime yol açmadan tinsel yücelmeyi öngörmüş bir inanç sistemidir. Bazı görüşlere göre Dionisos ve Mithra inancıda Manicilik içerisinde kendilerine yer bulmuşlardı. Çoğu araştırmacı, Cathar inancıyla Manicilik arasındaki bağlantının Bogomiller tarafından kurulmuş olduğu görüşündedir.
Bogomiller,10. yüzyılda Manicilikten etkilenerek Bulgaristan’da doğmuş bir tür Hıristiyan tarikatının inançlılarıdır. Bu inanç sistemi Makedonya’yı da etkisi altına aldıktan sonra, Batı Anadolu’ya ve Balkanlar’a yayılmış, giderek Orta ve Batı Avrupa’ya doğru uzanmıştır. Manicilikten aldıkları düalizmi Paulisyen yaklaşımla Hıristyanlık içerisinde yoğurmuş ve maddi evrenin kötülüğünden kurtulabilmek için bu Dünya da kalacak mülkiyete karşı bir yaşam geliştirmişlerdi. Komünal bir topluluk yaşantısını inançlarının ulaştığı her yere taşımışlardı.
Cathar inancına göre mülkiyet ve maddi zenginlik, Tanrı’ya ve gerçeğe ulaşma yolunda insanın önündeki temel engeldir ve bu nedenle, dünyevi değeri olan hiçbir şeyin mülkiyetini kabul etmeyip, temel ihtiyaçlarını ortaklaşa paylaşımla giderecekleri bir alternatif yaşam ve örgütlenme biçimi geliştirmişlerdi. Catharlara göre, yaşamda herkesin parası ve özel eşyası olabilirdi ama hiçbiri kendine özgü taşınmaz mülk edinmezdi. Hiçbiri ne zengindi ne yoksul. Yaşadıkları her yerde taşınmaz mülk, topluluğun ortak malıydı. Buna karşın, bir kişinin oturduğu ev yaşamı boyunca ailesinin sayılırdı. Ailenin kullanmakta olduğu her şey eşler arasında ortaktı. Babadan olduğu gibi anneden de kız ve erkek ayırımı olmaksızın çocuklarına kalırdı.
Sıradan bir Cathar yada bir “inanan” ın temel nitelikleri dürüst, insan sever, çalışkan olmaktı. Bunlar yapılmadığında hiç kimse karşılarına dikilip, onları sorgulamaz, Catharlıktan atmaya kalkışmazdı. Ceza kavramına karşıydılar, yargı otoritesini reddediyorlardı. Kitaplarında şöyle yazıyordu: “Kimseyi yargılamayın. Böylece siz de yargılanmazsınız.” En büyük suç cinayetti. Cinayet işleyenlere ya topluluğu terk etmesini yada Consolamentum alarak yaşamının geri kalanını bir kusursuz olarak yaşaması öneriliyordu. İnananlar özgür insanlardı, istediği gibi yiyip içer, eğlenir, evlensin ya da evlenmesin çoluk çocuğa kavuşabilirlerdi. Kusursuzlar, inananlara vejetaryen bir beslenmenin doğruluğunu anlatıyor ama bu konuda bir baskı yapmıyorlardı. İnananlar, genellikle dokumacılık yada kağıt imalathanelerinde işçilik yaparlardı. Kimileri bir soylunun çiftliğinde özellikle hayvancılıkla ilgili işlerde hizmet verir, pek azı ticaretle uğraşırdı.
Catharlar, insanca bağlılığa, yürekliliğe, özellikle ateşten korkmamaya ve alçak gönüllülüğe çok önem verirdi. Tapınmak için kiliseye gitmeyi “insanın acınası bir hali” olarak görmekteydiler. Bu nedenle kendi tapınmalarını açık havada ya da herhangi bir çatı altında yaparlardı. Belli bir yöne doğru durmayı ve önlerine haç gibi bir şey koymayı anlamsız bulurlardı. Toplu ayinlerinde çepeçevre oturur, birbirlerinin yüzüne bakarlardı. Bu ayinlerin belli bir günü ve saati yoktu. Ne zaman gerekirse düzenlenirdi.
Consolamentum hakkında tutulmuş tüm kayıtlar engizisyon kayıtlarıdır. Consolamentum u yöneten kusursuz yanında aydınlanacak adayla birlikte toplanılan salonun ortasında ayakta durur, diğer üyelerde onların çevresinde bir daire biçiminde dizilirlerdi. Bu törene sadece daha önce Consolamentum törenine katılmış dileyen tüm topluluk üyeleri katılabilirdi.
Kusursuz olabilmek için, önce en az üç yıl süren bir hazırlık döneminden geçmek gerekliydi. Bu dönemde aday, kusursuzların anlattıklarını dikkatle dinler ve izlerdi.
Ancak, bu deneyime girişen kişi sonradan başaramayacağını, bu işin kendine göre olmadığını, dünya nimetlerinden elini eteğini çekemeyeceğini anlayacak olursa; işi yarıda bırakıp olağan yaşamına dönebilirdi. Consolamentum tamamlandıktan sonra aydınlananın, dünyevi yaşamın maddi zevklerinden ve bedensel hazlardan arınması, zihinsel gelişimini artırmak için kendi içine dönmesi gerekiyordu. Bir daha asla yalan söylemeyecek, dürüstlükten ayrılmayacak, ağzına küfür ya da kötü söz almayacak, kişisel mal ve mülk sahibi olmayacak, evlenmeyecek ve kesinlikle et yemeyecekti. Kusursuzlar et ve hayvan ürünleri yemez, yaşamlarında eğlenceye yer vermez, hiçbir suretle cinsel ilişkide bulunamazdı.
Aday, tören sırasında kendisine sorulanları herkesin önünde yanıtlardı. Özellikle adaleti gözetmeyi, gerçekleri araştırmayı, kendisini Tanrı’ya ve iyi Hıristiyanların topluluğuna adamayı benimser di.Tören, töreni yöneten kusursuz elinde tuttuğu çok değer verilen büyük bir kitabı bir eliyle havaya kaldırdıktan sonra adayın başının üzerine yerleştirmesiyle başlar ve çeşitli kutsama sözcüklerinin söylenmesiyle sürerdi. Son aşamada kusursuz aydınlanacak adayın elini tutar ona henüz adım attığı yeni yaşamının nasıl bir seyir izlemesi gerektiğine ilişkin ilk bilgileri verir ve kutsamayı tamamlardı.
Kusursuzlar Catharların kurmuş olduğu özel bakımevlerinde çalışır, ayin düzenlenirse yönetir, inananların dinsel bilgilerini geliştirmesine yardımcı olur, özellikle kız çocukların eğitimini sağlardı. Çünkü Orta Çağda erkek çocukların manastırlarda belirli bir düzeyde eğitim alması olanağı vardı ama kız çocuklar ayrı tutulurdu. Catharlar ise insanlar arasında cinsiyet ayırımı gözetmezdi.. Dolayısıyla, erkekler gibi kız çocukların da eğitim görmesi gerektiğini benimsemekteydiler.
Consolamentum’un iki işlevi vardı: Bunlardan biri, Catharlar arasında kusursuzluğa geçecek olan kişinin aydınlanmasını sağlamak, diğeri bedenini bu dünyada bırakarak kendisini bir başka doğuşa hazırlamak üzere ayrılacak olanı avutmak ya da onu mutlu bir şekilde gitmesi için uğurlamaktı. Bu nedenle de Consolamentum, özellikle ölmek üzere olan ya da ölmesi söz konusu olabilecek bir kişiye okunurdu. Ölmesi beklenen kişi ölmezse, yaşamının geri kalanını “kusursuzlar” arasında geçirirdi.
CATHARLAR, BİLGİ VE KAĞIT
Böyle bir evrensel kardeşlik düzenine, telkin, baskı ve zorlamayla ulaşmak mümkün değildi. Maddi hırsların, sahip olma güdüsünün, bedensel hazların ve zenginlik tutkusunun, insanın uçsuz bucaksız evrendeki varoluşu karşısında ne kadar basit, ilkel ve anlamsız olduğu gerçeğinin kavranması, ancak bilgiyle ve içsel gelişimle mümkündü. Bu nedenle kusursuzlar, çevrelerinde onları ilgi ve hevesle dinleyen kalabalıklara zorlayıcı telkinlerde bulunmuyor, yaşam biçimlerini değiştirmeleri için baskı yapmıyor, yalnızca gerçeğe ulaşmaları yolunda yardımcı olabileceklerini söylüyorlardı.
En önemli değer, ruhu ve zihni besleyen, onu Tanrı’ya yakınlaştıran “ bilgi ” idi. Belirlenen gerçek ideale, hedeflenmiş paylaşımcı ve barışçı topluma, ancak bilginin sağlayacağı gerçek aydınlanmanın yaygınlaşmasıyla ulaşılabilirdi ki kusursuzların görevlerinden biri de buydu zaten; Tanrı’nın ışığıyla yeryüzüne inmiş bilgiyi herkes için ulaşılabilir kılmak.
Bu nasıl mümkün olabilirdi? Elbette yazı yoluyla ve kitaplar aracılığıyla. Ama 12.YY da kitap, çok ender bulunan ve bu nedenle çok pahalı bir şeydi. İnceltilmiş deri üzerinde hassas zanaatkarlık işlemleri uygulanarak üretilen sayfaları; yazıda kullanılan özel mürekkebi ve bunları koruyacak dayanıklı ve kalın cildiyle, el yazması kitaplara, ancak zenginler ya da okumaya meraklı soylular sahip olabilirlerdi. Kitaba yönelik yüzlerce yıllık Kilise baskısının yanı sıra maddi güçle bağlantılı ciddi bir engel de söz konusuydu.
Bugün bildiğimiz haliyle kağıt ise ilk kez Çin de ortaya çıkmış, Asya ya yapılan İslam akınlarıyla Araplar tarafından öğrenilmiş, ancak Avrupa’ya henüz taşınmamıştı. Avrupa’da ilk kağıt imalathanesi Xativa , İspanya’da Araplar tarafından 12. YY başlarında kuruldu.Avrupa tarihine Catharların en büyük katkılarından biri de, tam bu noktada ortaya çıktı. Endülüs’e coğrafi yakınlık ve daha önce söz etmiş olduğumuz gibi ortak kültürel faaliyetler sonucunda birçok Cathar, Arap ve İbrani kültürünü yakından bilmekteydi. Bu kültürlerin içerisindeki bilgiler ve teknolojilerde doğudan gelen felsefe ile eğitilmiş kusursuzlar tarafından kolayca öğrenilebiliyordu. Bu nedenle Catharlar bilgi ve deneyimlerini bir araya getirerek ağaç kabukları ve selüloz tabakaları üzerinde özel bir işlem uygulamaya ve kağıt üretmeye başladılar.
Dünyanın en ünlü kağıt tarihi araştırmacısı olarak tanınan Dard Hunter “Kağıt yapımı” adlı eserinde Avrupa da ki ilk kağıt üretimine ilişkin bilgi verirken “ İlk kağıt üretim merkezleri, Albigensler olarak bilinen sapkın mezhebin denetimindeki bölgelerdi ” diye belirtmişti. Cathar lar yerleşim yerlerinin uzağında, dere Yakınlarına kurdukları atölyelerde su değirmenlerinden yararlanarak Avrupanın ilk kağıt üreticileri oldular. Catharlar, kağıt üretimi ve satışından elde ettikleri geliri kendi komünal gereksinimleri için ortak kullanır ve paylaşırken, ustaları ve yazmanları aracılığıyla da önemli yapıtları el yazması kitaplar halinde kopyalayıp cemaat için bilgiyi paylaşılır kılıyorlardı.
Birçok tarih araştırmacısı ise Catharların üretim sırasında kağıdın dokusuna yerleştirilen ve “ watermark ” olarak adlandırılan kabartma simge ve amblemlerine ilişkin çalışma yapmış ve bazıları bu “ watermark ”lar la Cathar birimleri arasında simgesel bir iletişim oluşturulduğunu da savunmuştur.
Bu durumda bilgiye ulaşmayı engelleyen ve bilimi durdurmayı hedeflemiş Katolik Kilisesi Catharlara karşı daha da kinleniyorlardı. Bu “ sapkın ”lar yok edilmesi gereken eski Yunan kitaplarını yeniden yayınlıyorlar böylece insanoğlunun doğa bilimleri üzerindeki birikimini yeniden kullanıma sunmaya çalışıyorlardı. Eh, artık bu zındıklara haddini bildirmek gerekliydi.
TARİHSEL GELİŞİM, HAÇLI SEFERİ
Böylece varlıklarını sürdüren Catharların yaşadığı bölgenin feodal yapısına bakarsak, en güçlü parçanın Toulouse Kontluğu olduğunu görmekteyiz. Üstelik o dönemde hemen yanı başlarında ki Aragon Kralı II. Peter (Katolik Peter) ile akraba olan Toulouse Kontu Raymond doğrudan Catharları destekliyordu.
1200 Yılına gelindiğinde zengin Oksitanya’nın keyfini kaçıran kendilerinden daha aşağı düzeyde gelişmiş ve fakir Kral Philippe Auguste’nin Fransa Krallığı değildi. Asıl keyif kaçıran, her hasat sonu tahsildarını gönderen, köylünün bazen üçte bir, bazen yarı ürününü toplayan, ve kendilerinin birikmiş altınlarını da “Hıristiyanlık için” çarpıp giden Roma idi.
Carcassonne, Beziers, Narbonne, Montpellier senyörleri de Toulouse Kontu gibi Roma’dan yakınmaktadı. Paralarını aldığı yetmiyormuş gibi, yasaları da Roma koyuyor: Zevk yasak, aşk yasak, o günah, bu günah. Peki neye yarar bunca zenginlik keyif sürmeye değilse eğer? Üstelik “Hilal”e karşı haçlı seferleri de kabak tadı veriyor artık. Çoluk çocuğu, en önemlisi…hanımı AŞK DİVANLARI’nda koyup gitmek kolay mı? Papa’nın tuzu kuru. Kanı dökülen, papazlar değil.
Doğudaki haçlı seferleri ile meşgul olan Kilise, 1163 ve 1165 ler de düzenlenen konseylerde bu hızlı yayılan karşıt inanç konusunda çözüm arayışındaydı. Bölgeye yollanan rahip ve piskoposların bir bölümü pes ediyor diğer bölümü ise Kilisenin yüzünü kızartacak şekilde “dinden çıkıp” Cathar’lara katılıyordu. 1166 da ki konseyde sapkınlığı lanetleyen bildiri bir kez daha yinelendi. Katolik rahip ve vaizler bölgeyi gezip halka açık tartışmalarda bu sapkın mezhebe mensup aptal ve eğitimsiz kişileri kolaylıkla halkın gözünden düşüreceklerini hesaplıyorlardı. Ancak kusursuzlarla yapılan her tartışmada yenildiler. Kusursuzlar, halkı ikna yetenekleriyle kendi saflarına çekecek kadar donanımlı, Katolik Kilisesi tarafından gönderilen Dominikan keşişlerden daha bilgili ve daha zekiydiler. Düşünsel alanda Cathar’larla baş edemeyen Kilise III.Lucius tarafından kalıcı olarak onları aforoz etmiş ve silahlı güçler tarafından cezalandırılacaklarını duyurmuştu.
Toulouse Kontu Raymond, III. Celestine tarafından aforoz edilmişti. III.Innocent, 1208 de pişmanlığını ifade etmesi karşılığında Raymond’un aforoz kararını geri çektiğini bildirmek üzere Peter de Castelnau adlı keşişi yolladı.Bunu bir tür aşağılama olarak kabul eden Raymond’a bağlı şövalyelerden biri, keşişi mızrağıyla öldürdü. Bunun üzerine III.Innocent’in emriyle 1209 Haziran sonunda kalabalık bir haçlı ordusu Lyon üzerinden güneye yürümeye başladılar. Ordunun bileşimi hayli ilginçti. Deneyimli komutanlar ve Kudüs seferine katılmış askerlerin yanında vaizler tarafından kışkırtılmış bir kalabalık da vardı. Bu kalabalığı Papanın endülüjans vererek günahlarını affetme vaadinde bulunduğu suçlular, katiller, işsiz güçsüz takımı ve “bir Cathar öldürüp sevaba girmek isteyen” fanatikler oluşturuyordu.
Endülüjans’ın anlamı şuydu; savaşta en az 40 gün bulunanlar öbür tarafta cenneti garanti ediyorlardı. Bu hayatta ise kiliseye olan borçlarının birikmiş faizlerini ödeme yükümlülüğünden kurtuluyorlardı, işledikleri herhangi bir suçta sivil mahkeme değil dini mahkeme tarafından yargılanma hakkı elde ediyorlardı. bunlara da ilave olarak ele geçirilen yerlerde elde ettikleri ganimetler onların oluyordu.
Papa, komutanlık görevini Arnaud Amaury adlı bir Sistersiyen keşişine verdi. Arnaud Amaury komutasındaki haçlılar, 12 Temmuz 1209’da Beziers kalesini kuşattılar. Beziers senyörleri ve halkı, Catharları haçlı ordularına teslim etmeyeceklerini bildirince, kente karşı “ taş taş üstünde bırakmayacak ” bir saldırı başlatıldı. Burada iki yüz kadar kusursuz ve birkaç bin Cathar vardı. 22 Temmuz Maria Magdelena bayramıydı ve tüm kent halkı önlerine çıkanları kadın çocuk demeden öldüren haçlılardan kaçarak kiliseye sığındı.
Haçlı komutanın “Kilisede sadece sapkınlar değil, Katoliklerde var onları nasıl ayırt edeceğiz” sorusuna Arnaud Amaury tarihe geçen şu ünlü yanıtı verecekti
“Siz hepsini öldürün, Tanrı kendi kullarını ayırt edecektir.”
Saldırı başladıktan üç saat sonra Beziers de bir tek canlı bile kalmamıştı, sokaklar cesetlerle dolu bir kan gölüne dönmüştü. Ünlü Troubadour Guiraut Riquier, hüzün dolu şu şarkıyı yazacaktı;
“Yedi bin insanı öldürdüler
Azize Magdalena’ya sığınmış yedi bin ruhu,
Sunağa uzanan basamaklar,
Kanla ıslanmıştı.
Çığlıklar kilisede yankılanıyordu.
Sonra çanları çalan keşişleri de öldürdüler.
Başlarını kesmek içinse,
Gümüş haçı kullandılar.”
Kana susayan bir tanrı uğruna Beziers kalesinde o gün, yirmi bin insan, Tanrı’nın evine atlarla giren şövalyelerin kılıçları altında can verdi. Harabeye dönen Beziers’de bulunan Papalık heyeti papaya şunları yazıyordu: “Bugün, Yüce Efendimiz, yaşlarına ve cinsiyetlerine bakılmadan yirmi bin vatandaş kılıçtan geçirildi.”
Béziers kasabasının tüm nüfusunun yok edilmesinden sonra, İngiliz ve Fransız karışımı bir aristokrat olan Normandiyalı Simon de Montfort, haçlı ordularının başkomutanlığını üstlendi. Üç gün sonra Carcassone’u kuşattılar. Direnilmemesi karşılığında hiçbirinin öldürülmeyeceği garantisiyle teslim alınan kentin sakinleri tüm varlıkları elinden alınarak bir daha dönmemek üzere sürüldüler. Harekatın komutanı Simon de Monfort bölgenin derebeyliğine getirildi. Eylül ayında söz verilen endülüjanslar dağıtılıp ordu dağıtıldı.
1210 da yeniden toplanan haçlı ordusu bu kez Minerve ye saldırdı. Yüz elliye yakın kusursuz meydanda hazırlanan büyük bir odun yığının üzerinde diri diri yakıldılar.
1211 de Lavour kenti kuşatıldı ve dört yüz kadar kusursuz aynı şekilde diri diri yakıldılar. Seksen kadar şövalye de onlar için savaştıkları gerekçesiyle idam edildi. Simon de Monfort kana doymuyordu. Bir ay sonra Casses de altmış kadar kusursuz daha yakıldı.
1213 yılında Cathar’ların yanında yer alan soylular arasında çok sayıda akrabası olan Aragon Kralı II.Peter vahşeti durdurmak için ordusuyla Toulouse un yardımına koştu. Ancak Peter savaşta Simon de Monfort’a yenilip ölünce Catharların sonu yaklaştı. 1216 da Toulouse yeniden kuşatılmıştı. 12 Haziran 1218 de karşı saldırıya geçen Toulouse Kontu haçlılara ağır kayıplar verdirdi. Toulouse surları üzerinden bir kadının sapan ile fırlattığı bir taş, 25 Haziran 1218 de Simon de Montfort’un kafasına geldi ve hemen orada yere yıkılıp ölmesine neden oldu. Bu olaydan sonra Haçlı ordusu büyük ölçüde dağıldı. alınan sonuçtan henüz tam tatmin olmamış olan Papa bir ordu daha topladı.
1224 de Haçlı ordusunun başına getirilen Simon de Monfort’un oğlu Amaury, Fransa Kralı 8. Louis’in ordularının da katıldığı bir saldırıyla Marmande kentinde babasından aşağı kalmadığını tüm kent halkını kılıçtan geçirerek gösterecekti. Kadın,erkek,çocuk,soylu,yoksul yada rahip ayırt edilmeden tek canlı bırakılmamıştı. Kusursuzların halka söylediği şey gerçekleşiyor ve Kilise şeytanca saldırıyordu.
1226 da Papa olan III.Honorius savaşı Fransa’nın bütünlüğü temasına taşıyınca Krallık tacını yeni giymiş olan 8. Louis bütün askeri gücünü toplayıp Toulouse a saldırdı. 1229 da Languedoc Paris de yapılan bir anlaşmayla artık Fransa Krallığının parçası oldu.
Artık soyluların desteğinden yoksun Cathar’ların üzerine gitmek için Katolik Kilisesi engizisyon adını verdiği mahkemeler kurdu. Engizisyonun korkunç baskıları ve diri diri yakmaları sonucu yeraltına çekilen Cathar örgütlenmesi merkezini Montsegur’a taşıdı. Cathar Şövalyesi denilen savaşçılar da ikide birde oradan kopup çıkıyor, haçlılar üzerine bir baskın düzenleyip dönüyordu. Nitekim gece düzenlenen böyle bir baskında, Engizisyon’un başındaki Guillaume Arnaud ile eşliğindeki altı yargıç, korumasız yakalanarak Pierre-Roger ve yanındaki şövalyeler tarafından öldürüldü. Papalık bunun üzerine 1243 Mayısında Fransa Kralı’na Montsegur’daki sapkınların kökünün kurutulması talimatını verdi.
Kalede birkaç yüz kişi ya var ya yoktu. Kuşatanların sayısı ise on binden çoktu. Haçlı ordusunun komutanı Hugues des Arcis, bu kaleye saldırmanın intihardan başka bir şey olmayacağını düşünerek, hiçbir şey yapmadan beklemeyi tercih etti. Kaledekiler açlık ve susuzluktan ölür ya da teslim olurdu. 1244 yılının kış sonunda Montségur halkı teslim olmaya karar verdi. Kale komutanı Pierre Roger, Hugues des Arcis ile görüşerek teslim koşulları üzerinde anlaşmaya vardı. Buna göre Catharlar Engizisyona verilecek, Cathar olmayanlar ise yargılanmayacak, serbest bırakılacaktı. Pierre Roger, bu anlaşmanın uygulamaya konması için iki hafta saldırmazlık dileğinde de bulundu.
Verilen süre sonunda herkesten önce yaklaşık ikiyüz kusursuz kaleden çıktı; kendilerini yakmak üzere hazırlanmış olan ateşe ilahîler söyleyerek ve neşe içinde kendiliklerinden yürüdü. Kendilerini son bir umutla inançlarından döndürmeye çalışan Engizisyon başkanı kendilerini ateşe atanların, ileride insanlığın kahramanları olacağını anlamıştı. Önlerini kesip son kez onlara bir şans verdiğini ve inancını terk edecek her Catharın ruhunu hatta canını kurtarabileceğini söyledi ancak hiçbir Cathar durup dinlememişti bile onu. Böylece bu acıklı öykü ateşe ilahiler söyleyerek gidenlerin dudaklarından çıkan korkunç gerçekle son buldu;
“Ama hepimiz kardeş değilmiydik?…”
Böylece, Katharlar üzerine düzenlenmiş haçlı seferinin son bulmuş olduğu kabul edildi. Katolik Kilisesi’ne göre bu böyleydi ama politik zafere de kesin bir nokta konması bakımından, biraz daha savaş gerekti. 1256 yılında Puilaurens, 1260 yılında Quéribus kalesi ele geçirilince; Languedoc’un ve Provence’in tümü Fransa Kralı’nın oldu.
ENGİZİSYON
Doğal olarak Catharların öyküsü burada sonlanmadı. O hep merak edilen “Cathar Hazinesi” yüzyıllar boyunca birçok insanın onu bulma çalışmalarına neden oldu. Öte yandan, Katolik Kilisesinin hiç dinmeyen kini son Cathar ölmeden dinmeyecekti. İşte Avrupa’daki cadı avı bu süreci anlatır.
III. Innocent’in yeğeni XI. Gregory 1232’de Engizisyon’u kurarak amcasının asileri öldürme olayını kilisenin resmi bir işlevi haline getirdi. “Asileri öldürmek her Katoliğin görevidir” diye duyuruda bulundu. Gelecek yüzyıllar boyunca, çok sayıda acımasız Engizisyon mahkemesi, resmi kilise öğretisinden sapan veya onu sorgulamaya kalkan herkese terör estirecekti.
Katolikler etraflarındaki asileri ortaya çıkarmaya teşvik edildiler. Aksi taktirde aforoz edileceklerdi. Çocukların ebeveynlerine karşı, annelerin çocuklarına karşı ifade vermesi sağlandı. Kin duyan herhangi biri, suçlamada bulunarak düşmanından kolayca kurtulabilirdi. Suçlanan kimseler Engizisyon önüne sürüklenir ve tam bir gizlilik içinde sorgulanırdı. Savunma tanıklarına izin verilmezken iddia makamının tanıklarının adı saklı tutulurdu. Beraat pek nadir görülürdü ve temyiz şansı yoktu. Mahkum edilen kurbanlar yakılmak üzere devlet otoritelerine teslim edilirdi.
Engizisyon üyelerine rehber olsun diye Ölüler Kitabı adıyla bilinen bir kitap bile yayınlandı. Bu kitap Katolik Kilisesinin tarihe karşı bir yüzkarasıydı. Kitabın bir yerlerin de;
“ Şahıs ya itiraf eder ve kendi itirafıyla suçluluğu ispat edilmiş olur. Ya da itiraf etmez ama tanıkların sunduğu deliller nedeniyle eşit derecede suçludur. Eğer şahıs bütün suçlamaları kabul ederse kuşku yok ki hepsinden suçludur. Ama sadece bir kısmını itiraf ederse yine de tümünden suçlu kabul edilmelidir. Çünkü itiraf ettikleri, geri kalan suçları da işleyebileceğini gösterir…” yazıyordu.
Bununla da kalmayıp;
“Vücuda işkence yapılması her zaman tövbe ettirmenin en sağlıklı ve faydalı yolu olarak görülmüştür. Bu nedenle en uygun işkenceyi seçme kararı Engizisyon’un hakimine kalmıştır. Kararını yaş, cinsiyet ve topluluğun yapısına göre verir. Eğer, türlü yöntem kullanılmasına rağmen talihsiz sefil halen suçunu itiraf etmiyorsa, şeytanın kurbanı kabul edilmelidir ve böyle olduğundan dolayı ne tanrının hizmetkarların dan şefkat, ne de kutsal kiliseden merhamet veya hoşgörü beklemelidir. O cehennem azabının çocuklarındandır. Bırakın lanetlilerle birlikte yok olsun…” diyerek sorgulama, yargılama ve cezalandırmaya yönelik önerilerde yazılıydı.
Engizisyon’un en güçlü silahı, suçlu bulunan kişinin bir kazığa bağlanıp canlı canlı yakılmasıydı. Bu bağlamda bir temel benimseyiş vardı;
“Eğer Tanrı önüne çıkarılıp yakılmasına girişilen kişi günahsız ise, ateş ona dokunmaz. Eğer yanıyorsa, suçlu olduğu kesinleşmiş demektir.”
Bu nedenle, Engizisyon tarafından sadece Catharlar değil, şu ya da bu nedenle Cathar diye ihbar edilmiş birçok kişi de kazığa bağlanıp yakıldı.
14. yüzyıl başlarında Guillaume Bélibaste adlı bir kusursuzun bilinen serüvenleri, Catharların varlığının o tarihlerde bile sürdüğünü gösterir. Nitekim onunda yakılarak öldürülmesi ile Cathar inanışının yeryüzünden tümüyle kalkmış olduğu varsayılır. Zaten onun yaşam öyküsü de Cathar inancının artık yozlaşmış olduğunu gösteriyordu.
SON SÖZLER
Cathar inanç sistemi içerisine “aydınlanma” bunun için “gerçeği arama” ve gerçeğe ulaşabilmek için “bilgilenme, bilgi üretme ve üretilmiş bilgiyi paylaşma” kavramları siz dostlarıma tanıdık geliyor diye düşünüyorum. Yine bunu engellemek için dinsel dogmalarından kurtulamamış kişilerin acımasızca saldırısı da çok tanıdık değil mi? Üstelik bu gerçeği arayışın temel ülküsü tüm insanların barış ve mutluluk içerisinde ve tüm bir paylaşım ve dayanışma ile yaşaması olursa… Sanırım sizlerin katkıları ile bu konuda benden daha geniş insancıl açılımlar getireceklerdir konumuza.
Ben sözlerimin sonuna gelmişken bir buluntumu sizlerle paylaşmak isterim. İnsanlık tarihi, özgürce düşünebilmek ya da düşünce özgürlüğüne ulaşabilmek için gerçeklerin peşinde koşmayı amaç edinmiş çeşitli topluluklar tanımıştır. Alevilik de bu kurumlardan biri olarak zaman zaman aynı acımasız saldırılara maruz kalmış ancak hiçbir zaman teslim olmamış ve sinmemiştir. Bu açıdan Catharları incelemek bizlere dinsel dogmalarının karanlığı içerisinden kurtulamamış insanların, özgürce sorulan sorulara yanıt vermekte ne kadar çaresiz kaldıklarını ve bu çaresizliğin utancıyla ve akıl almaz bir acımasızlıkla soruları soranların üstüne nasıl gittiklerini göstermektedir.
Kilise tarafından birçok kez aforoz edilmiş benzeri mezhepler saldırılarda çok uzak olmayan bir geçmişte Avrupa’nın gelişmiş olduğu sanılan bir ülkesinde canlı canlı aileleriyle birlikte yakılan birçok mezhep inanırları sonu Catharlarla benzeşmektedir.
Peki günümüzde bu aydınlanma karşıtları suskunlukla insanlığın evrimini mi seyretmekteler. Tabii ki hayır. Medeniyetler çatışması kavramının ortaya atılması, tarihte hiç olmadık kadar tüm dinlerde radikal örgütlenmeler, insanlığın aydınlanmasına karşı bu suskunluğun gerçek olmadığını göstermekte. Özellikle günümüzde daha çok bedenlerin ateşe atılacağını beklemeliyiz. Belki onlara dair Catharlardan çok daha az şey bileceğiz. Modern halkla ilişkiler teknikleri kullanılarak yanacak bedenlerin izleri hiç bulunmayacak biçimde ortadan kaldırılacak.
Ben konuuya başlarken söylediğim şu cümleyi biraz değiştirerek sözlerimi bitirmek istiyorum;
“Umarım, tarihte yanan her insanin alevi sonraki çağlarda gelecek aydınlığa güç veren ışık olur.”
Murat Şahin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder