Bu Blogda Ara

24 Aralık 2011 Cumartesi

TÜRKLERDE TEŞKİLATÇILIK VE DEVLET KURMA

DEVLET KURMA VE TEŞKİLATÇILIK AÇISINDAN TÜRKLER


Araştırmacı-Yazar Kazım Mirşan, Türk tarihinin seyrinin en önemli noktasının Türklerin devlet kurma ve idare etme özelliği olduğunu kaydetti. Türk tarihi üzerine yaptığı araştırmalarla tanınan Kazım Mirşan, Türklerin Anadolu’dan Avrupa’ya kadar geniş bir coğrafyada etkinliklerini sürdürdüklerini belirterek, şunları söyledi: “Türkler her zaman devlet kurmada ve idare etmede en önemli medeniyetlerden biri olmuşlardır. Devlet kurma ve idare etmek bir sanattır. Türkler de bunu en iyi yapan medeniyettir. Türklerin tarihteki kaynaklarına baktığımızda çok geniş ve sağlam bir haberleşme ağının olduğunu görmekteyiz. Türk hakanları, sınır boylarında olan her şeyden haberdar olmaktaydı. Bunun yanında sınır boylarında Türk hakanı adına karar verebilecek biri mutlaka olurdu.
Devlet yönetmenin en temel unsurlarından bir tanesinin haberleşme ağının sağlam olmasıdır ki tarihte bunu Türkler ortaya koymuştur.” Türklerde yönetim sanatının tecrübeye dayandığını vurgulayan Mirşan, son kitabında özellikle bundan bahsettiğini belirtti. Türklerin Çinlilerden çok önce kâğıt üzerine fırçayla yazı yazdıklarını ve bunun örneğine çok rastlanmadığını anlatan Mirşan, “Yazılanlardan şunları öğreniyoruz. Türkler Tanrıya çok değer veriyorlar. Örneğin bir gün yolda yürürken Tanrı’yla karşılaştığını yazmış ve bu ona saadet getirmiş. Diğer medeniyetlerde bunun örneği yoktur. Türkler Tanrı ile olan ilişkilerinde her zaman sevgi ve saygı çerçevesinde hareket ediyorlar ve bunu da dile getiriyorlar” dedi. 
Devlet kurmanın ve idare etmenin bir sanat olduğunu ifade eden Mirşan, “Tarihteki kaynaklara baktığımızda, Türklerin çok geniş ve sağlam bir haberleşme ağının olduğunu görmekteyiz. Türk hakanları sınır boylarında her şeyden haberdardı” diyor. 
Milletlerin hayat felsefeleri, dünya görüşleri, devletçilik, teşkilatçılık ve kanun anlayışları dini inançlarından, kültürlerinden, tarihinden ve yaşadıkları coğrafyanın şartlarından şekillenir.
Eski Türklere göre nasıl ki gökte, yerde ve kainatta tıkır tıkır işleyen bir düzen varsa ve bu düzeni sağlayan Yüce Allah ise; yeryüzünde de saat gibi işleyen bir düzen olmalı ve bütün insanlık bu düzen içerisinde rahat içinde yaşamalıydı. Bu düzen nasıl sağlanacaktı? Kim sağlayacaktı? İşte bu sorunun cevaplarını yine Türk destanlarında, Türklere ait çeşitli kitabelerde, Eski Türk dini inançlarında bulmaktayız.
Eski Türk dinine göre: "Üstte gök aşağıda yağız yer ve ikisi arasında kişioğlu (insanoğlu) yaratılmış; insanoğlu üzerine Türk hakanları tahta oturtulmuşlar." dı. Bu ifadelerden anladığımıza göre: Yüce Tanrı'nın kut (bağış ve nasip) vermesiyle tahta oturan Türk hükümdarları Yüce Tanrı'ya karşı sorumlu olma , ve cihanın idaresi ile görevlendirilme bilinci ile hareket ediyorlar ve kendilerini "Dünya Hakanı", devletlerini de “Dünya Devleti" olarak görüyorlardı. 
Eski Türklerin Mitolojik çağlardan beri bu tür "Dünya Devleti" anlayışına sahip oldukları bilinmektedir. Bu anlayış Türklerden Çinliler'e de geçmiştir. Milletlerarası kaynaklar bu tip devlet anlayışına "Üniversal" veya "Üniverselle" devlet şekli adını vermişlerdir. Türk kültüründe ise bu anlayışa " Cihan şümul devlet " denilmiştir. 
Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı coğrafya da bu tür devlet anlayışının doğmasına elverişli idi. Tarihte atı ilk önce evcilleştiren ve onunla hızlı hareket etme niteliğine kavuşan, yine tarihte ilk defa demiri, çeliği işleyen ve bunlardan yapılan silahları kullanan Türkler; yarı göçebe olup hayvancılıkla ve ticaretle uğraştıklarından daha disiplinli,teşkilatçı ve dayanışmacı olmak zorundaydılar. Özellikle kalabalık Çin nüfusu Türkleri savaşçı olmaya ve savaşa her zaman hazır olmaya mecbur ediyordu. Sert Bozkır iklimi ve hızlı hareket etme geleneği sağlam bünyeli bir milletin oluşmasına fırsat vermişti.
Dünya devleti kurma fikri bütün bir millette milli ve sosyal bir şuur haline gelmiş, bu şuurla kurulan devletler çeşitli sebeplerle yıkılmış fakat aynı şuur yeni kurulan devletlerle devam etmiştir. Türk'ün hayat felsefesinde derin bir yer tutan, hatta bu felsefenin temelini oluşturan bu düşünceyi Cihangir atamız Oğuz Han, hükümdar olarak ilan edildikten sonra, "Güneş bayrağımız, gök yüzü çadırımız" demiş; "Daha çok denizlere, daha çok ırmaklara doğru..." diyerek dünyanın fethini hedeflemiş ve dünyanın dört bir yönüne gönderdiği elçilerle bütün milletlerin kendisine tabi olmasını istemiştir. Uygurca Oğuz Destanında bu durum açıkça görülmektedir:
"Madem ki Uygurların benim büyük kağanı
O halda sayılırım, ben bir Dünya kağanı
Bana bağlıdır artık, dünyanın dört bir yanı."


Oğuz Kağan destanı Uygurlar döneminde yazıya çevrildiği için "Uygur Hakanıyım" denmektedir. Uygurlar da kendilerini Oğuz Han nesli kabul ettiklerinden, Oğuz Han'ı Uygur hakanı saymaktadırlar. (M.Günay Sıddıkoğlu, Devlet ve Hayat Felsefemiz DÜNYA BARIŞI sayfa:86-88 )
DLT'de de ünlü efsanevi Türk başbuğu Alp-Er-Tunga "Acun Beği" dünya hükümdarı sayılmaktadır.(İ.Kafsoğlu TMK : 243)
Oğuz Han'ın yerli ve yabancı kaynaklardan öğrendiğimize göre dünyanın çeşitli yerlerine seferleri vardır. Tarihi kaynaklara göre Oğuz Han dünyanın tamamını fethetmiş ve ilk Türk Cihan Hakimiyeti Ülküsü’nü gerçekleştirmiştir. 
Tarih boyunca aile Türk Toplumu'nun temeli olmuştur ve çekirdeği olmuştur. Eski Türk inancına göre; Gök kubbesi devletin, çadır ise ailenin örtüsüdür. Nasıl ki ailenin reisi olan baba, ailesine bakmak, onların ihtiyaçlarını karşılamak zorunda ise, Türk devleti de bir baba gibi halkın her türlü ihtiyaçlarını karşılamak zorunda idi.
Tarih boyunca kurulan Türk devletlerinin en başta gelen görevi " Halka Hizmet " olmuştur. Tarihi kaynaklardan öğrendiğimize göre, Hunlarla birlikte ortaya çıkan " Cihan Hâkimiyeti ve Dünya Devleti olma düşüncesinin hedefi de bütün dünyayı Türk devletinin himayesine almak ve halka hizmet etmekten ibaretti. Bu düşünce tarihimizde “Türk Cihan Hakimiyeti Ülküsü” nü doğurmuştur.
Tarih sahnesine çıkan ilk Türk devleti ile birlikte "DEVLET BABA" deyimi de ortaya çıkmıştır. Ailede baba ne ise millet nazarında da devlet o idi. Türk devleti de tıpkı bir baba gibi halkın güvenliğini sağlar, halkı yedirir, içirir, beslerdi. Halka hizmet eden devlet bu şekilde “KUTSAL” laşırdı. Eski Türkler de esas olan devlet değil; millet idi. Yüce Tanrı, Türk milletini sevdiği için devlet verirdi. Bu düşünce Gök Türk yazıtların da “ İl Berigme Tanrı “ (Devlet veren Tanrı) şeklinde geçer. Bu düşünceyi Şeyh Edebali’nin Osman Gaziye nasihatinde ki “İnsan yaşat ki devlet yaşasın!“ sözlerinde de görebiliriz.
Devletin babalık görevleri Gök Türk Yazıtları’nda, Bilge Kağan Kitabesi'nde şöyle anlatılır:
"Varlıklı, zengin bir millet üzerine oturmadım. İşte aşsız, dışta donsuz, düşkün, perişan bir milletin üzerine oturdum. Babamızın, amcamızın kazandığı milletin adı, sanı yok olmasın diye, küçük kardeşim Kültigin ile sözleştik. Türk milleti için gece uyumadım, gündüz oturmadım; küçük kardeşim Kültigin ve şadlarla ölesiye çalıştık..." Aynı kitabede Bilge Kağan amcası, Kapağan Kağan'ın ( 692-716 ) hizmetlerinden de söz eder ve : "Amcam Kağan (tahta) oturarak Türk Milleti'ni tekrar düzene soktu, besledi, fakiri zengin kıldı, azı çok kıldı..." der. Yine Bilge Kağan kendisine ait kitabesine : "Altının sarısını, gümüşün beyazını, ipeğin halisini, atın aygırını, kakımın siyahını, sincabın gökünü milletime, Türklerime kazandırdım" diyerek hizmetlerini anlatmaya devam eder. Görüldüğü gibi Türk devletinin asıl hedefi ve görevi halka hizmettir.
TÜRK ADININ MANASI VE TÜRK SOYU
Bilindiği gibi insanlığın ilk atası Hz. Adem’dir. İnsanlığın ikinci atası ise Hz.Nuh olarak bilinir. Çünkü Nuh Tufanından sonra insanlar Hz.Nuh ve çocuklarından üreyerek çoğalmışlardır. Kaynaklarda Türklerin atası olarak Hz.Nuh’un oğlu Yafes aleyhisselam gösterilir. Yafes aleyhisselam’ın sekiz oğlundan birisinin adı Türk’tür ve Türk soyu ve Türk adı buradan gelmektedir.
Türklerin beyaz ırktan oldukları ve brakisefal-geniş kafa yapısına sahip bir ırk oldukları ve mongoloid bir iz taşımadıkları yapılan araştırmalar sonucunda anlaşılmıştır. Konu ile ilgili olarak İbrahim KAFESOĞLU: “Aslında son yarım asır içinde yapılan ilmi araştırmalar Türklerin beyaz ırka mensup bulunduklarını ortaya koymuş ve yeryüzünde mevcut üç büyük ırk grubundan “EUROPİD“ adı verilen grubun “ TURANAİD ” tipine bağlı olan Türklerin kendilerini başta “Mongoloid“ Moğollar olmak üzere diğer topluluklardan ayıran antropolojik çizgilere sahip oldukları anlaşılmıştır. (Hâkim vasfı beyaz renk, düz burun, değirmi çehre (yuvarlak), hafif dalgalı saç, orta gürlükte sakal ve bıyık) Ayrıca, bilindiği gibi Tevrat’da nakledilen eski ananelerde Türk soyu Ham ve Sam’dan değil Yafes’ten türemiş olarak beyaz ırktan gösterilmiştir. (İ.Kafesoğlu/107)
Divan-ü lügat-it Türk adlı Türkçe-Arapça lügatin yazarı Kaşgarlı Mahmud’a göre Türk adını veren Yüce Tanrı’dır. O eserinde: “Tanrı onlara Türk adını verdi ve onları yeryüzünde ilbay (idareci) kıldı. Zamanımızın hakanlarını onlardan çıkardı, dünya milletlerinin idare yularını onların eline verdi; onları herkese üstün eyledi, kendilerini hak üzere kuvvetlendirdi” der. (Divan-ü lügat-it Türk Tercümesi cilt: 1, sayfa:3)
Kaşgarlı Mahmud’un bu görüşleri İ. Hakkı Bursevi Hazretlerinin Bakara suresi 31. Ayetin tefsirini yaparken ilk Türkçe konuşan insan olarak Hz.Adem’i gösterdiği ve : “Âdem cennetten Türkçe konuşarak çıkmıştır, bu nedenle Ahir zamanda tasarruf (dünya nizamı- dünyanın idaresi) Türk’ün olacaktır“ (Hadis-i Erbain İst. Küt. 1317 nolu kitap S: 26) sözleriyle paralellik gösterir.
Bazı bilim adamları ise Uygurca “kuvvetli“ manasında ve sıfat olarak kullanılan “Türk“ veya “Türük“ kelimesinin sonraları isim haline gelip Türk milletini ifade ettiğini belirtmişlerdir.“ (Prof. Dr. E.Güngör, Tarihte Türkler sayfa:12) 
Munkasci ve Vambery gibi ilim adamları ise, Türk adının türemek kökünden geldiği düşüncesindedirler. (O.Turan, T.C.H.M.1,: 23) 
Türk sözünün cins isim olarak “güç-kuvvet” (sıfat hali ile güçlü-kuvvetli) manasında olduğu bir Türkçe vesikadan anlaşılmıştır. Buradaki Türk kelimesinin millet adı olan “Türk” sözü ile aynı olduğu A.V.Le Coq tarafından ileri sürülmüş ve bu, Göktürk kitabelerinin çözücüsü V. Thomsen tarafından da kabul edilmiş (1922) daha sonra aynı husus Nemeth’in incelemeleri ile tamamen ispat edilmiştir. Cins ismi olarak çok eskiden beri Türkçe’de mevcut olması gereken “Türk“ kelimesinin “Altaylı“ (Ceyhun ötesi Turanlı) kavimleri ifade etmek üzere 420 tarihli bir Pers metninde daha sonra yine cins ismi olarak 515 yılı hadiseleri dolayısıyla “Türk-Hun“ (Kudretli Hun) tâbirinde zikredildiği bildirilmektedir. (İ. Kafesoğlu, s: 106) İran kaynaklarında Türk kelimesinin "güzel insan" karşılığında kullanıldığı belirtilmektedir.
Çin İmparatoru MS 585 yılında, Gök-Türk Kağanı İşbara'ya gönderdiği mektupta "Büyük Türk Kağanı" diye hitap etmiştir. Göktürk yazıtlarında Türk sözü daha çok "Türk Budun" seklinde geçmektedir. Türk Budun, Türk Milleti anlamındadır. Dolayısıyla Türk adı bu dönemlerde bir topluluğun veya kavmin isminden ziyade siyasi ve kültürel bir mensubiyeti belirleyen bir kelime olarak görülmektedir. Yani Türk soyuna mensup olan bütün boyları ve toplulukları ifade etmek üzere milli bir isim haline gelmiştir.
Ayrıca Türk adı, Göktürk kitabelerinde kutsal ve mübarek sayılan değerlerle birlikte çok sık olarak kullanılmıştır. Türk Töresi, Türk Kağan, Türk Bilge Kağan, Türk ili, Türk beyleri, Türk budunu, Türk Tanrısı, Türk İduk Yeri Subı (Türk’ün mukaddes yer ve suları) gibi… Türk adı Uygur çağında “ Olgunluk ve olgunluk çağı “ anlamlarında da kullanılmıştır. Türk adının kutsal ve mübarek sayılan değerlerle birlikte anılması aynı zamanda Türk adının da kutsal ve mübarek bir ad olduğunu ve bu şekilde kabul edildiğini gösterir ve “Tanrı onlara Türk adını verdi” diyen Kaşgarlı Mahmud’un görüşlerini kuvvetlendirir.
Ziya GÖKALP ise, Türk adını “Türeli-Töreli“ (kanun-yasa-nizam sahibi) diye açıklamıştır. W. Bartold’un düşüncesi de buna yakındır. (İ. Kafesoğlu T.D.E.K. s:106)
Töre-Türe, Türk milletinin yüz yıllar boyunca sosyal hayatını düzenleyen herkesçe uyulması mecbur olan kurallardı. Gök Tanrı dini diye bildiğimiz ve Hanif-Muvahhid karekterli –Tek Tanrılı- eski Türk dininin adının “Töre” olduğuna dair iddialar da mevcuttur. Söz gelişi Said Başer:
Töre büyük bir ihtimalle eski Türk dininin adıdır.” (S.Başer, S: 38) Yusuf Has Hacip’ de “Kutadgu Bilig“ (Kut kazanma bilgisi) adlı eserinde bu görüşü kuvvetlendirmektedir. O’na göre:“Tanrı kadirdir, adildir, gerçek töreyi koyan O’dur.” ( Beyit: 3192 ) Bir başka bir beyitte ise: “ Eğer (törenin uygulanmasında kusur edersen ) Tanrı’dan affını dile! “ denilmektedir. Eski Türk dininin adını “Töre“ olarak kabul eder ve Ziya Gökalp’ın belirttiği gibi, Türk adını “Töreli, nizamlı şeklinde kabul edip bu görüşlerin hepsini birleştirirsek o zaman Türk adının manası: “Güçlü, kuvvetli, kudretli, Töreli, dinli, imanlı, Allah’ın gönderdiği dine ve kurallara uyan millet” manalarına gelir. Bu görüş aynı zamanda “ Tanrı onlara Türk adını verdi “ diyen Kaşgarlı Mahmud’un görüşüyle de örtüşür.
TÜRKLERİN KÜLTÜR VE MEDENİYET TAŞIYICILIĞI
Orta Asya’dan çeşitli sebeplerle çeşitli yönlere göç eden Türkler, gittikleri yerlere medeniyet götürmüşlerdir. Bu fikirleri savunan yabancı bilim damları da vardır. Bunlardan birisi olanMENGHİN’E göre : “ Bozkırlarda gelişen eski Türk Kültürü’nün dünya tarihinde iki bakımdan kesin tesiri olmuştur. Bunlardan biri, hayvan besleyiciliğini geliştirmek ve yaymakla iktisadi, öteki yüksek teşkilatçılık yoluyla içtimaidir. Birinci nokta mühimdir, zira bu, avcılık ve devşiricilik gibi yalnız olarak karşılığında bir şey vermeyen, parazit( a***** ) ekonomi yerine, insanları üretici duruma sokmak suretiyle çok faydalı bir iktisadi hamlenin işaretidir. Fakat ikinci nokta daha mühimdir, çünkü insanlığı basit yığınlar olmaktan çıkarıp sosyal nizamlara bağlamak gibi iktisadi faaliyetlerinde devamını mümkün kılan, bir beşeri değer ancak bu yol ile husule gelmiştir. ( Yani Avrupalılar, teşkilatçılığı, devlet kurmayı, devleti oluşturan halkı sosyal kurallar ve kanunlarla idare etmeyi, a***** bir yaşam tarzından üretici konuma geçmeyi, üretim yapmayı Türklerden öğrenmişlerdir.) Bu bakım dan Ural_ Altaylı kavimlerin dünya tarihindeki bu çok mühim rolünü belirten MENGHİN şöyle demişti: “ En yüksek medeniyetler dahi, daha çalışkan ve ziraatçı olmakla beraber, devlet kurmakta kifayetsiz kavimlerin yerleşik halde bulunduğu büyük nehir vadilerine savaşçı atlı çobanların müdahalesinden sonra doğmuştur.” “ W. Koppers Hint_ Avrupalılar açısından meseleyi daha kesin bir şekilde açıklamaktadır. O’na göre, HİNT- AVRUPALI (bu günkü Avrupalıların ataları ) kavimlerin teşkilatçılık ve siyasetteki başarıları ancak Bozkırlı unsurların onlara karışması ile izah edilebilir. Onlar M.Ö. 2. bin yıllarında Aral Gölü ve havalisinde BOZKIR KÜLTÜRÜ ile temasa geçerek bu kabiliyeti elde etmişlerdir. Bu diğer bölgelerde de böyle idi. Ön_Asya kavimleri bakımından da benzer sonuçlara varılmıştır.” ( İ. KAFESOĞLU Türk Dünyası El Kitabı s. 190 )
Tarihte diğer halklardan önce yazıyı icade eden,üretim yapan, demiri ve çeliği işleyen, demirden ve çelikten yapılmış silahlar kullanan, atı evcilleştiren ve at sayesinde hızlı hareket imkânına sahip olan Türkler, teşkilatçı, devletçi, üretici ve bilge bir yapıyla insanlara hükmetmişlerdir. Hunlar, Orta Asya’da ilk Türk kültürünün yaratıcısı olmuşlar ve gittikleri her yere Türk kültürünü ve ve medeniyetini götürerek egemenliği altına aldıkları halklara aşılamışlardır. Büyük Hun İmparatorluğu İç Asya’da kurulmuş ( M.Ö. 204- M,S. 216 ) bir Türk devletidir. Bu büyük Türk devleti askerlik anlayışı, savaşçılığı, teşkilatçılığı ve kültürüyle hem Türk tarihine hem de insanlık tarihine damgasını vurmuştur.
Askeri güçleri ve savaşçılıkları, teşkilatlanma va devlet kurmadaki dehaları sayesinde tüm Asya’yı kaplayan, Avrupa içlerine kadar ilerleyen bu Türk kavmine Çinliler, “ HSİUNG-NU “ diyorlardı. Büyük Hun İmparatorluğu Türklerle birlikte, Moğol ve Tunguz soyundan bazı gurupları da içine alan büyük bir devletti. Her ne kadar devletin bünyesinde Moğol, Tunguz vb, yabancı kavimler yer alsa da devleti kuran ve yöneten asıl unsur Türklerdi. Devlete hâkim olan kültür de Türk Bozkır Kültürü idi. Halk tek tanrıya inanıyor ve O’na “ Gök Tanrı “ ( Ulu-Yüce Tanrı ) diyorlardı. Devletin resmi dili de Türkçe idi. 
Hunlar yarı göçebe bir hayat sürmekte idiler. Kürkten elbiseler, pantolon ve bot giyerlerdi. Bu tarihte Avrupalılar etek tipinde elbise giymekte idiler. Avrupalılara pantolon, bot, çizme ve ceket Türklerden geçmiştir. İleri bir dokuma ürünü olan keçe ilk defa Türkler tarafından yapılmıştır. Savaşlar ve hayvan otlatma dışında zaman bulduklarında erkekler deri işçiliği, kemik, tahta ve madenden göçebe yaşamında her gün kullanılan çeşitli eşya yapımı ile uğraşırlardı. Kadınlar ve kızlar ise yemek ve keçe yapımı için tezgâhların başında çalışırlardı. Türklerin dünya uygarlığına hediye ettikleri halıyı ilk kez bir Türk kadını dokumuştur.(A.ÇEÇEN, Türk Devletleri, s. 46)
Yabancılar tarafından ilk taklit edilen Türk teşkilatlarından birisi de TÜRK ORDUSU ve askerlik anlayışımız olmuştur. M.Ö. 200’ler den itibaren Çinliler, 5. Yüzyıldan itibaren Romalılar ordularını Türk Orduları’na uydurmaya başlamışlardır. Kurutulmuş et ve konserve başta olmak üzere, kımız, ayran, yoğurt gibi besin maddeleri de Türklerin insanlığa sunduğu birer armağandırlar. Yine Avrupalılar yıkanmayı, temiz giyinmeyi ve Türklerden öğrenmişlerdir. Türkler inanç hürriyeti sahasında da insanlığa örnek olmuşlardır.
Türkleri göçebe bir millet olarak gösterenler ya tarihi bilmiyorlar ya da Türk düşmanıdırlar. Hun Türkleri yerleşik hayata geçmek, şehirleşmek açısından da diğer Türk devletlerine hizmet etmişlerdir. İslamiyet’ten Önce Türk Kültür Tarihi adlı eserin yazarı Bahaaddin Ögel, Rus arkeoloji raporlarına dayanarak Doğu ve Batı Türkistan’da binlerce iskan yerinin tespit edildiğinden, “ Köylerin etrafının derin hendeklerle veya toprak setlerle tahkim edildiğinden ve böyle tahkim edilmiş köylere yalnız Baykal Gölü mıntıkasında değil, Asya’nın bir çok yerlerinde rastlanmış olduğundan bahseder.” B. Ögel aynı eserinde “ Hunlar devrine ait Kazakistan’da 77, Moğolistan’da 75, Altaylarda 72 ve Tanrı Dağları ile Batı Türkistan’da 358, toplam olarak 609 şehir yeri tespit edilmiştir ” demektedir. ( Türk Kültürü Dergisi, sayı:135 T.K.A.E. Yayını Ocak 1974 )
Atalarımızın Uygur Türkleri kanalıyla insanlığa yaptıkları en önemli hizmet ise matbaanın icadıdır. Matbaanın Çinliler tarafından bulunduğu iddiası yalandır. Matbaa Çinlilere Uygurlardan geçmiştir.
Arkeoloji Profesörü Th BOSSERT’in mantıki olarak ileri sürdüğü gibi, geçmiş yüz yıllarda bir ülkede matbaanın bulunup geliştirilebilmesi için şu üç şartın bir arada bulunması gerekir:
1_ O ülkede harf sayısı az bir alfabe veya hece yazısının kullanılması gereklidir.
2_ Okuma arzusunun artmış olması, kitapların çok aranması gereklidir.
3- Matbaa için kâğıt şart olduğundan kâğıdın bilinip kullanılması gerekir. Bossert’e göre, bu açıdan bakıldığında, matbaanın önce Çinliler tarafından bulunduğu doğru olamaz. Çünkü kâğıdı biliyorlardı ama binlerce harften oluşan Çin yazısı basım için çok büyük zorluklar çıkaracağı gibi, ayrıca Çin’de kitapların matbaa ile çoğaltılması elle çoğaltmaya göre pek de ekonomik olmazdı. Bu nedenle, matbaayı ilk önce onların bulduğundan kesinlikle şüphe etmelidir. Onlar, tahta, vs. ile yekpare kalıp baskıyı kullanmışlardır ki bu matbaa tekniği değildir.
Çinlilere komşu UYGUR TÜRKLERİ’ de böyle kalıp baskıyı biliyorlardı. Kâğıdı da biliyor ve kullanıyorlardı. Okuma yazma ve kültür düzeyleri çok gelişmişti. Hatta UYGURLAR, başka devletlere kâtip, bürokrat, çevirmen, danışman, öğretmen olarak gidip hizmet verecek kadar bilgili ve kültürlü yetişiyorlardı. Uygurlar’ ın 14 harfli SOĞD ALFABESİ’ ne birkaç ekle aldıkları sade bir alfabeleri vardı. Böylece Uygurlar’ da ayrı ayrı kesilmiş basım tekniğinin ortaya çıkması için tüm şartlar bir araya gelmiş bulunuyordu. Bu uygun ortam içinde onların matbaa tekniğini bulduklarını gösteren somut veriler vardır. Kan_Su bölgesinde Tung_Huang’ da bir mağarada tahtadan bazı Uygur matbaa harfleri ve Uygurca yazılan kitaplar ele geçirilmiştir. Bunların M.S. 700_900 yıllarına çıktığı anlaşılmaktadır.Böylece Bossert’ e göre, matbaayı Uygurlar’ ın bulduğunu kabul etmek gerekir. ( Prof. Dr. Yahya AKYÜZ Mili Eğitim Aylık Dergi s.3, sayı 76 Ank. 1988 )
Matbaa Çinlilere on birinci yüzyılda Uygurlardan geçmiştir. 1241’de Altın Ordu Türk Devleti kuvvetleri, Almanya’ya yaptıkları akınlarda bu tekniği Avrupa’ya götürdüler. İki yüz yıl sonra 1440_1450’lerde Gutenberg matbaayı geliştirerek ortaya koydu. Atalarımızın bulduğu matbaanın asırlar sonra yurdumuza girmesi çok üzücü ve düşündürücüdür.
Dünyada İlk Uçan Türklerdir
Ünlü bir dil bilgini olan İsmail CEVHERÎ uçmak konusunda merak sarmıştı. İnsanların da kuşlar gibi uçması için çalışmalar yapıyordu.
Çalışmalarında belirli bir noktaya geldikten sonra hazırladığı kanatları alarak Nişabur’daki Ulu Cami’nin kubbesine çıktı halkın bakışları arasında kendisini boşluğa bırakıp uçmaya başladı. Bir süre sonra yere inmek istedi fakat başaramadı ve düşüp parçalandı. Bu olay 1002 yılında gerçekleşmişti.
1159 yılında ise yine bir Türk, Bizans imparatoru Manuel Komnen ve Anadolu Selçuklu Devleti’nin kurucusu Kutalmış Şah’ın oğlu Kılıç Arslan’ın huzurunda uçuş denemesi yaptı. Üzerinde bulunan gayet uzun ve geniş elbiseleriyle At Meydanı’ndaki Dikilitaş’a çıkan bu Türk az sonra kendisini boşluğa bırakıverdi. Üzerindeki elbiseler bir paraşüt gibi açıldığı için havada kalmayı başardı ve bir süre sağa sola hamle yaparak uçmağa çalıştı. Ancak bu deneme de başarısız oldu ve yüz binlerce kişinin bakışları altında yere çakılıp kaldı. (Dr. Bahaattin ERGEZER, Türk Tarihinden Damlalar sayfa:77, !975 Ocak yayınları) 
Uçma konusunda atalarımız tarafından yapılan bu iki çalışmadan sonra sıra Dördüncü Murat zamanında yaşayan Hazerfan Ahmet Çelebi’ye gelmişti. Ahmet Çelebi Galata Kulesi’nden uçarak boğazı geçeceğini iddia ediyordu.
Başta padişah olmak üzere bütün İstanbul ayaktaydı ve bu heyecanlı anı bekliyordu. Hazerfan Ahmet Çelebi sırtına taktığı iri kartal kanatlarını açtı, kendini boşluğa bıraktı ve uçmağa başladı… Kanatları çırpa çırpa boğazı geçti ve Üsküdar’daki Doğancılar Meydanı’na inmeyi başardı. İşte, ilk başarılı uçuş gerçekleşmişti. (B. Ergezer, a.g.e. sayfa: 78)
İlk Roket ve İlk Denizaltı
Tarihte ilk uçan insan olma şerefine ulaşan Türkler, ilk roket ve ilk denizaltı konusunda da insanlığa öncülük etmişlerdir.
Dördüncü Muradın kızı Kaya Sultan’ın doğduğu akşam İstanbul’da şenlikler yapılıyordu. Lagari Hasan Çelebi adlı bir kişi yardımcılarıyla birlikte ortaya çıktı ve “YEDİ KOLLU FİŞEK” adını verdiği roketine bindi; kalabalıkta birlikte kendisini seyreden padişaha, “Padişahım, seni Allah’a ısmarladım; ben, İsa Peygamber’le konuşmaya gidiyorum” diye seslendi. Bu arada yardımcıları barutları ateşlemişlerdi. Ateşlemeyle birlikte Yedi Kollu Fişek fırladı ve karanlık gökyüzünde kaybolup gitti. Heyecanlı bekleyiş bir süre devam etti ama, dönüşten ümit kesilince kalabalık dağıldı. Barutların yanması bitince hızı kesilen Yedi Kollu Fişek düşüşe geçmiş, Kartal kanatlarını açın Lagari Hasan Çelebi ise ileride bir yere inmeyi başarmıştı. Sevinç içinde saraya doğru koştu, sözünü yerine getirmiş olmanın sevinciyle Padişaha seslendi:
“ _ Padişahım, İsa Peygamber sana selam söyledi!”

Dördüncü Murat Lagari Hasan Çelebi’yi bir kese altınla ödüllendirdi.
(B.Ergezer, sayfa:79) 
Bu olay Osmanlı Devleti'nde ve Avrupa'da büyük yankı buldu ve dönemin padişahı IV. Murattarafından da beğenildi. Sarayburnu'ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, hatta Evliya Çelebi'ye göre "bir kese de altınla" sevindirmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, "Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil" diyerek onu Cezayir'e sürgün etmiştir. 
Amerika’da ve Avrupa’da “DENİZALTI” diye bir araç bilinmezken üçüncü Ahmet döneminde “Tahtelbahir” adı verilen ilk Türk denizaltısı yapılmıştı bile. Mimar İbrahim Efendi’nin buluşu olan bu denizaltı bir timsah şeklinde yapılmıştı. Halk bu denizaltıyı Üçüncü Ahmed’in çocuklarının sünnet törenleri yapılırken gördü ve herkes hayretler içinde kaldı. Tören sırasında Haliç’de denizin dibinden suyun yüzüne çıkan bu “Tahtelbahir” (Türkçesi denizaltı demektir) ağır ağır ilerleyerek padişahın bulunduğu yere doğru gitti yarım saat orada kaldıktan sonra tekrar suyun içine girdi ve az sonra tekrar çıktı. Herkes hayret ve şaşkınlık içindeydi. Timsah’a benzeyen bu aracın içinden beş kişinin çıkması hayret ve şaşkınlıkları daha da artırdı. Bu konuda ünlü Surname’de ve Deniz Kuvvetleri tarafından yayınlanan “Türk Denizcilik Tarihi” adlı eserde gerekli bilgiler yer almaktadır. Ancak ne var ki “Tahtelbahir” kısa bir süre sonra unutulup gitmiş ve biz ondan yıllar sonra ilk denizaltıyı Amerikalıların yaptığını sanmışız. (B.Ergezer, sayfa:70)
Demek ki Türkler uzay teknolojisinin ve denizaltı tekniğinin ilk temellerini atan bir millettir. 
ORTA ASYADAKİ TÜRK PİRAMİTLERİ
Bugün Çin Halk Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde yer alan, Xian şehrine 100km uzaklıkta Qin Ling Shan dağlarında Ön-Türk uygarlıklarından birisi tarafından inşa edilmiş, etrafında irili ufaklı 100 adet piramitle beraber, 300 metre yüksekliğinde bir piramit bulunmaktadır; BEYAZ PİRAMİT
Beyaz Piramit’in ikinci dünya savaşı sırasında Çin’e yardım malzemesi götüren bir C-54 uçağından çekilen fotoğrafı 1957 yılında ilk kez Life dergisinde yayınlanmıştır. Bu piramitleri araştırmak üzere1994 yılında Şensi bölgesinde bir araştırma gezisi yapan Alman bilim adamı Hartwig Hausdof kendi koleksiyonundan birkaç resmin halka açılmasına izin vermiştir. Hausdorf’a göre piramitlerin yapım tarihi en az M.Ö. 2500’ler civarındadır.
Bölge Çin Halk Cumhuriyeti tarafından yasak bölge ilan edilmiş oldu ğundan dolayı Piramitler içerisinde bulunan Mısır medeniyetinden çok ileri bir teknikle mumyalanmış olan cesetler ve Ön-Türkçe yazıtlar üzerinde araştırma yapılamamaktadır.
Türk Bilim adamı Kazım MİRŞAN yaptığı araştırmalarda Ön-Türk uygarlıkları tarafından OT-OĞ olarak isimlendirilen Ön-Mısır’a M.Ö 3000 Yıllarında Doğu Anadolu’dan Isub-Ög yazısının gittiğini tespit etmiştir. Kazım MİRŞAN’ın bugüne kadar anlamı çözülemeyen 184 adet mısır hiyeroglifini Ön-Türkçe olarak okumuş olduğu ve mumyalama tekniklerinin yine M.Ö. 3000’li yıllarda Altaylarda geliştirildiği düşünülürse Piramit inşa teknolojisinin Eski Mısır’a Ön-Türk Uygarlıkları tarafından öğretildiği sonucuna ulaşılmaktadır.
Tüm İnsanlık tarihini değiştirerek; MEDENİYETİN ASIL YARATICISININ TÜRKLER OLDUĞU SONUCUNU DOĞURAN bu olağanüstü keşif batılı bilim adamları(!) tarafından ısrarla görmezlikten gelinmekte ve insanlığın bilgisinden daha uzun süre saklanması mümkün olmayan bu piramitleri başka bir uygarlığa mal etmeyi amaçlayan maksatlı çalışmalar yapılmaktadır.
Ayrıntılı bilgi için Ön-Türk Uygarlığı Araştırmaları Merkezi ve Töre Yayın Grubu tarafından basımı yapılan Haluk TARCAN’ın Ön-Türk Uygarlığı? Resmi Tarihin Çöküşü (2. Baskı) adlı eserine bakabilirsiniz.


HZ. İBRAHİM’İN, HZ. MUHAMMED’İN KÖKENİ VE HANİFLİK
Yahudiler ve Hıristiyanlar ısrarla Hz.İbrahim Peygambere sahip çıkarak kendi milli peygamberleri olarak gösterme gayreti içerisindedirler. Oysa bu iddialar hem dini hemde tarihi açıdan yanlış ve sakat iddialardır.
İbni Abbas (R. A.) dan yapılan sahih rivayete göre: Necrân Hıristiyanlarından bir topluluk ile Yahudi din adamlarından bir kurul, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek bir açık oturum düzenlemesini arzu ettiler. İbrahim Peygamber hakkında tartışmak istiyorlardı. Yahudiler, İbrahim Peygamberin Yahudi olduğunu, Hıristiyanlar da onun Hıristiyan olduğunu iddia etmeye başladılar.
Âl-i İmran Suresi 65-67. Âyetler, onların bu konudaki tartışmalarının gerçek bir dayanağı bulunmadığını, bilgilerinin de çok yetersiz olduğunu açıklar anlamda idi. ( İbn Kesir- Fethu’l Kadir-Lübabu’t-Te’vil Tefsirleri )
Adı geçen ayetlerde şöyle buyruluyor:
“Ey Kitap Ehli! İbrahim hakkında niçin tartışırsınız? Tevrat da, İncil de ancak ondan sonra indirilmiştir. (Bunu da) akletmiyor musunuz?(Al-i İmran/65)
İşte siz böylesiniz; haydi bilginiz olan şey hakkında tartışıp durunuz, ama bilmediğiniz şey hakkında niye tartışırsınız?! Allah bilir, siz bilmezsiniz.(Al-i İmran/66)
“İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; ama Hakk’a yönelmiş tertemiz katıksız bir müslimdi, Allah’a ortak koşanlardan değildi.” (Al-i İmran/67) 
Sevgili Peygamberimiz her fırsatta Hz. İbrahim aleyhisselam ile övünmüş ve ona “ATAM“ demiştir. Sevgili Peygamberimiz zaten Peygamberlik gelmeden önce Hz.İbrahimin dini olarak Kur’an’da bildirilen “Haniflik“ üzere idi.
Hz.Peygamberimiz şöyle buyurur:
“ Her peygamberin, diğer peygamberlerden çok yakın bir dostu vardır. Benim en çok yakın dostum, Allah’ın Halil’i atam İbrahim’dir. “ (Tirmizi-Kurtubi-İbn Kesir-İbn Cerir-Mefitihü’l-Gayb )
“Ben, Allah katında peygamberlerin sonuncusu olarak yazılıydım ve işte o devirde Âdem henüz çamurdan bin suret olarak bulunuyordu. Ben ilk durumumu da size bildireyim: Ben, İbrahim’in duası, İsa’nın müjdesi, annemin ben doğunca gördüğü rüyayım; doğduğum esnada parlak bir nûr annem için meydana gelmiş de oda Şam saraylarını aydınlatıp göstermişti.”(Bağavi: İrbad b. Sâriye’den.. / Lübabü’t-Te’vil s. 841 Kahire 1955-1374’ten nakil Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri cilt: 1; s: 363 )
İbrahim ve İsmail aleyhisselamın duaları Kur’an-ı Kerim’de Bakara suresinde şöyle anlatılır:
“Hani İbrahim ve İsmail, Beyt-i Şerif’in temellerini yükseltiyordular da birlikte ( şöyle dua ediyorlardı ): “ Ey Rabbimiz! Bunu bizden kabul buyur, şüphesiz ki daima işiten, hakkıyla bilen ancak Sensin. ( Bakara 127 ) 
HZ. İSMAİL ARAPÇAYI CÜRMİHİLERDEN ÖĞRENDİ
“Ey Rabbimiz! İkimizi Müslüman olarak Sana boyun eğmekte sabit kıl, soyumuzdan da yalnız Sana teslimiyet gösterip boyun eğen bir ümmet meydana getir. Bize hac ibadetimizi göster. Tövbelerimizi de kabul buyur. Şüphesiz ki tövbeyi en çok kabul eden, en çok merhametli olan Sensin sen! “ (Bakara 128)
“Ey Rabbimiz! Onlara kendilerinden bir peygamber gönder ki, üzerlerine Senin ayetlerini okusun, kendilerine kitabı ve hikmeti öğretsin, onları ( her türlü şirk ve isyandan ) temizlesin. Şüphesiz ki Sen çok üstün, çok güçlü ve yegâne hikmet sahibisin.” ( Bakara 129 )
Bu ayetler ve hadislerden Hz.Muhammedin soyunun Hz. İbrahim’e dayandığını ve Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in duaları sonucu onların soyundan gelen Hz. Muhammed son peygamber olarak gönderilmiştir. O’nun için Sevgili Peygamberimiz hadislerinde “ Ben İsa’nın İncil’de geleceğimi müjdelediği ve atam İbrahim’in Allah’tan dua ederek soyumdan bir peygamber gönder dediği“ peygamberim demiştir.
Arablar tarihi bakımdan iki büyük kola ayrılırlar; Birincisi, eski devirlerde yaşamış, ancak daha sonra yok olmuş Araplardır. Âd, Semud, Medyan ve Amâlika gibi. Bunlara “Arab-ı bâide”denir. İkinci grup ise soyları devam eden Araplardır. Bunlara “Arab-ı bâkiye” denir ve iki kola ayrılır:
Arab-ı âribe: Asıl Araplar bunlardır. Kahtânîler adı verilen bu grubun esas vatanı Yemen’dir. Bunlara Güney Arapları da denir. Cürhüm ve Ya’rub olmak üzere önce ikiye ayrılırlar. Ya’rub’dan olan Kehlan ve Himyer’den pek çok kabile türemiştir. Meşhur Kudâa kabilesi Himyer’in, Ezd ise Kehlan’ın koludur. Belli başlı Kahtâni kabileler şunlardır: Kudâa, Ezd, Mezhic, Hemdân, Kinde, Kelb, Uzre, Ans, Murâd, Huzâa, Cüzâm, Âlü Cefne (Gassânîler), Lahm, Tay, Eş’ar, Evs, Hazrec. Kahtanîlere mensup kabilelerin bir kısmı Me’rib Barajı’nın yıkılması başta olmak üzere değişik sebeplerle ve değişik zamanlarda anavatanlarını terk ederek Arap Yarımadası’nın çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir.(Hz. Muhammed ve Evrensel Mesajı, sayfa:33,34, Prof.Dr. İbrahim Sarıçam, Ankara 2004)
Arab-ı Müsta’ribe (veya Mütearribe): Aslen Arap olmayıp, sonradan Araplaşan kabilelerdir. Bunlara Hz. İsmail’in neslinden oldukları için İsmâîlîler; Hz.İsmail’in torunlarından Adnan’ın neslinden türedikleri için Adnânîler de denir.(İ. Sarıçam, a.g.e. sayfa:34) Kureyş kabilesi bu boydandır. Adnan Hz. Peygamberimizin yirmi birinci göbekten atasıdır.
Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre İbrahim aleyhisselam kesinlikle Yahudi ve Hıristiyan değildir. Arap’ta değildir. Her ne kadar Araplar, Hz. İsmail’in soyundan geldiklerini iddia etseler de bu iddiaları hem asılsız hem de delilsizdir. Çünkü birçok kaynakta Hz. İsmail’in Hicaz bölgesine yerleştikten sonra Cürmihilerden Arapçayı öğrendiği nakledilmektedir. Bu bakımdan Hz. İsmail ve evlatlarına Arab-ı Müsta’ribe (Sonadan Araplaşanlar) denmiştir. (bak. Sahihi Buhari Muhtasarı Tecridi Sarih Tercemesi ve Şerhi, 6. C. s:16, diyanet yayını) Arapçayı Araplardan ve sonra öğrenen Hz. İsmail nasıl Arapların atası olabilir? Aynı zamanda Hz.ismail, Arapçayı bilmediğine göre başka bir dille konuşuyordu. Yahudi ve Hıristiyan olmayan Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in o zaman Türkçe konuşması ve Hz. İbrahim’le İsmail aleyhisselam’ın Türk oldukları akla geliyor. İsmail aleyhisselamın İbranice konuştuğu iddiaları Kur’an-ı Kerim’in “ İbrahim ne Hıristiyan ne de Yahudi idi…” ifadesi ile çelişir. İslâmi kaynaklara giren İbranice konuşma iddiaları İsrailiyat tesiri ile oluşmuş asılsız iddialardır.
O zaman diyebilirsiniz ki İbrahim peygamber Türk ise O’nun soyundan gelen Hz. Muhammed’de Türk’tür. Böyle bir iddiada bulunmak bilime uygun değildir; Çünkü, bir millete mensup olmak da bir noktada kader işidir, Ziya Gökalp’ın de belirttiği gibi: “Millet iradi bir kavram değildir. Çünkü her ferdin milliyeti, onun keyfine, iradesine tabi bir şey değildir. Görünüşte fert kendisini şu yahut bu millete mensup kabul etmekte hür zanneder. Hâlbuki fertte böyle bir hüriyet yoktur. Bir millete mensup olmak bir kader işidir. Fert bir millet içerisinde hayata gelir ve o milletin terbiyesini alarak yetişir ve o kültürel zümreye dâhil olur.”Hz. Muhammed ve onun cedleri de Arap toplumu içerisinde dünya gelmiş ve Arap terbiyesini alarak yetişmiş ve o kültürel zümreye dâhil olmuşlar, yani Araplaşmışlardır. Bu bakımdan Hz. Muhammed Türk soyundan gelse de O’na “Türk asıllı Arap“ demek daha uygundur. 
HAZRETİ İBRAHİMİN TÜRKLÜĞÜ
Kur’an-ı Kerim’den ve hadisi şeriflerden öğrendiğimize göre Hz.İbrahim “Hanif bir dinden ve temiz bir soydandır.” O Sümer’in Ur kentinden çıkmış bir Sümerlidir. (Sümerlerin Ur ve Uruk adlarında şehirleri vardı. Ur ve Uruk sözcükleri Türkçede, boy ve boy birliklerine verilen addır.)
“Bilindiği gibi Hz. İbrahim Kur’an-ı Kerim’de zikri geçen bir çok peygamberin aksine Yahudi ırkına mensup olmayan ve fakat tarih ve kültür hamulesine mal edilmiş, kendisine Kur’an’ın ifadesine göre “SUHUF“ (Din ve şeraitinin esasını ifade eden bir nevi yazılı belgeler) verilmiş büyük, ulu ve yüce bir peygamberdir. Onun dininin asıl karekteri,şiarı “Haniflik“ idi. (Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi 135, Al-i İmran Suresi 67, Enam Suresi 161, Nuh Suresi 120) O bu yönüyle peygamber ümmetinin bir baba misali en güzel örneği olmuştur. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Müslümanlara hitaben; “Milletinizin babası İbrahim’in Hanif dinine uyun bundan önce de size Müslüman adını veren odur” (Hac Suresi 78) denilmektedir. (Z. Kitapçı, Saadet Asrında Türkler, 1993 Konya, s. 219)
Haniflik
Hanif deyiminin sözlükteki anlamı genellikle şöyle tesbit edilmiştir: Hanif: İslâm dinine meyli sahih ve sabit olan kimse, demektir. Çoğulu Hünefadır. ( C. Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri cilt 2/942 ) Peygamber Efendimizin baba ve dedelerinin coğu Hanif idi.
Hanîflik: İbrahim (a.s)'in dinin temeli tevhide (Allah'ın birliğine) dayanıyordu. Ancak zamanla bu inanç unutulmuş ve putperestlik Araplar arasında tamamen yayılmıştı. Buna rağmen bazı insanlar tevhid akidesine bağlı kalıp putlara tapmıyordu. Bunlara "Hanif" denirdi. 
Hanîf, batıldan uzak, Hakk'a yönelen ve tevhit inancı üzere bir Allah'ı tasdik eden kişi demektir. Kur'an-ı Kerim de "hanîf" kelimesi birkaç yerde geçer. "Hanif" kelimesi daha çok, Hz. İbrahim için Allah'a saf ve temiz bir şekilde ibadet eden bir kul anlamında kullanılmıştır. İslâm'dan önce Arap toplumunda; Varaka b. Nevfel, Abdullah b. Cahş, Osman b. Hüveyris, Zeyd b. Amr, Kuss b. Sâide gibi kişiler hanifler arasında bulunuyordu. Bunlar; cansız, dilsiz, hiçbir şeye güçleri yetmeyen putların önünde eğilmeyi, onlara yalvarmayı çirkin sayan kişilerdi. 
Eski Türklerde Hanif İdi
Ayrıca Orta Asya Türklüğü de Hanif idi. Çünkü onlarda putlara tapmıyor, Allah’ın varlığına birliğine inanıyor ve Allah’a Ulu tanrı-Yüce Tanrı manasına gelen Gök Tanrı diyorlardı. Gök kelimesi eski Türkçede ulu-yüce-büyük manalarında kullanılmıştır. Eski Türkler öldükten sonra dirilmeye, cennet ve cehenneme, meleklere inanıyorlardı. Bu bakımdan onlara da Hanif idiler.Türklerin isteyerek ve zorlama olmadan topluca Müslüman olmaları da Hanif olmalarından kaynaklanmıştır.
Nitekim Oğuz Han’ın “ Bir Tanrı Yolu “ nda putlara tapmak isteyenlere karşı on yıl süren din savaşları yaptığı bilinmektedir. ( Prof. Dr. H. TANYU, Türklerin Dini Tarihçesi, s. 18 , Ebu’lgazi Bahadır Han, s.30 ) 
Fransız Prof. Joseph Degüignes 1756-1758 yıları arasında yayınladığı “ Hunların, Türklerin, Moğolların ve Tatarların Umumi Tarihi “ adlı eserinde: “ Hz. Nuh’un oğlu Yafes’in TÜRK adında bir oğlu olduğunu ve Türk’ün gayet yüksek bir düşünceye sahip bulunduğunu “ belirtir. Degüignes : “ Bu menkıbelere güvenilirse o Türkler o vakte kadar hakiki Allah’a ibadette ve gerçek din ahkamına riayette devam etmişlerdir. Put ibadetinin baş düşmanı olan Oğuz Han verdiği şiddetli buyruklara rağmen, putlara tapmakta inat edenlere karşı hiç bir merhamet göstermedi. Böylece BİR TANRI YOLU’nda on yıl kadar din savaşları sürdü.” Demektedir. (H.Tanyu, s: 18) Ebu’lgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terakime (Türklerin Soy Kütüğü) adlıeserinde Oğuz Han’ın yapmış olduğu bu din savaşlarını anlatırken : “Bu çağlarda, Hz. İbrahim de Irak ve Suriye’de Allah’ın birliğini yaymaya çalışıyordu.” ( s: 30 ) denilmektedir. Ayrıca aynı bilgiler Kitabı Cihannuma Neşri Tarihi adlı Türk Tarih Kurumu tarafından 1949 Ankara’da basılmış olan kitabın 1. Cildinin 11. Sayfasında vardır. 
Oğuz Han’ın Kur’an’da adı geçen “Zülkarneyn“ olduğuna ve Hz. İbrahim’le Mekkede buluşarak onun elinden Müslüman- Hanif olduğuna dair çok ciddi iddialar vardır. ( Bu konu ileride ayrı bir başlık halinde anlatılacaktır.) Hatta Hz. İbrahim’in eşi olan Kantura’nın Oğuz Han’labir yakınlığı da söz konusudur. Çünkü kayıtlarda Kantura’dan Türk hakanının kızı olarak zikrediliyor. Ayrıca Oğuznâme’de Oğuz han’ın Mısır’ı fethettiği anlatılıyor.
Oğuznâme’nin Bang nüshasında (1932 Berlin baskısı) : “ Oğuz Kağan başadı, Masar Kağan kaçtı. Oğuz anı bastı yurdunu aldı...” (İ.Hami danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman oldu,s.17 )
Hz. İbrahim’in soyu birçok kaynakta Sümerlere dayanır. Sümerlerin Türklüğü ise bu gün yerli ve yabancı bilim adamlarınca kesin olarak kabul edilmektedir.
Bu konuda Hz. İbrahim ve Nemrut hakkında çok ciddi araştırmalarda bulunan İ.S. Cem aynen şöyle demektedir; “ Hz. İbrahim, Mezopotamya’da zuhur etmiş ve kan itibarıyla tamamen Sümer Türklerine mensup bir hak peygamberdir. Yahudi ırkı ile en ufak bir şekilde dahi olsa münasebeti yoktur. Yahudi ırkı Hz. İbrahim’den bir asır sonra meydana çıkmıştır.” ( Muharrem Kılıç, Gizlenen Türk Tarihi ve Hz. Muhammed/116, Cem İ.S. İslam Mecmuası, sy.80, Mayıs 1964, s. 254’ten nakil )
Kur’an-ı Kerim’de Hz. İbrahim’in babasının adı “ Azer “ olarak gösteriliyor. ( Bak. Enam suresi 74. Ayet ) Bazı kaynaklar da ise Hz. İbrahim’in babasının adının “ Tarek veya Tareh, ya da Tarih olduğu belirtilir. Bu her iki isim de yani Azer ve Tarek- Tareh-Tarih isimleri Hz. İbrahim’in Türklüğünün delilidir. Çünkü bu isimler Türk isimleridir. Özellikle “ Azer “ ismi bu günde Azerbaycan Türkleri tarafından sıkça kullanılan ve özellikle gurbette dünyaya gelen çocuklara verilen bir Türk adıdır.
Hz. İbrahim’in babası Tarih ( Tareh- Azer ) bir gün bütün aileye:
-Haydi çocuklar! Dedi. Sen İbrahim! Sen torunum Lut! Sen gelinim Sara!.. Haydi hazırlanalım. Bu Ur şehrinden çıkalım. …Haran’a gidelim. Sonra Kenan diyarına geçelim. Orada rahat rahat yaşayalım… Bir kervan halinde yola düştüler. Urfa şehrine geldiler… Azer’in yani büyük babanın günleri burada dolmuştu. 205 yıl yaşayıp Haran’a gömüldü. ( Z.Kitapçı/137 )
Bir başka kaynakta İbrahim ve ailesi hakkında şu bilgilere yer veriliyor:
“Babalarının adı Terah ( Tarek-Tarih veya Azer ) olan bu seçkin aile Mezopotomya’nın namlı kenti Ur’da ün kazanmıştı. Ur gelişmiş bir ticaret merkezi, kültür barınağıydı. Bazı arkeologların gözlemi uyarınca bu kent Şinar’ın ( SÜMERİN ) içindeydi. ( Tevrat, Yaratılış 10:10 )
“Zaman yaklaşık 2000’dir. İbrahim’in ailesi UR’ da başarı kazanmış, namlı iş adamları “… “Tanrısal vahiyle, Ur’u bırakıp Kenan ülkesine gitmeyi içeren buyruk Abram’a ( İbrahim’e ) ulaştı, onun aracılığıyla tüm aileye açıklandı.” (Yaratılış 11: 31; Resuller 7:2,3 )
Bu kaynaklar hep Sümerleri ve Sümerlerin eski Türkçemizde aile ve boy birliği anlamında kullanılan ve bir Sümer şehrine ad olan UR’u ve Hz. İbrahim’in Türklüğünü gösteriyor. 
Prof. İsmail Hakkı İzmirli Hz. Muhammed’in ve çevresinin Türklüğünü sadece Hz. İbrahim’in Arap yarım adasına gelmesiyle sınırlı tutmuyordu. Ve şöyle diyordu:
“… Evs ve Hazreç kabileleri, Mezopotomya’dan Sümer ilinden kalkıp, Sümer medeniyetinin yayıldığı Yemen’e gelmişler, oradan Medine’ye göçmüşlerdi. Kendilerinde Türk kültürü görülmekle, Türk olabilecekleri anlaşılıyor. Evs Us’tan (Evs, Us-Uz, Oğuz M.Kılıç), Hazreç Hazer’den Araplaştırılmış olabilir. Nitekim Arapçada Evs Kurt, Hazreç Aslan manasına gelir.” (Muharrem Kılıç/118, İ. Hakkı İzmirli, Peygamber ve Türkler, s. 1013; Sinan Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, T.. Dönüşüm Yay. 2004, İst. S. 565’ ten nakil, Ayrıca Sahihi Buhari Muhtasarı tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi 6. Cilt s: 16’ya; İbni Haldun Mukaddime, s.11’e bak)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder