Dünya Savaşı, Avrupa’da 28 Temmuz 1914’te Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilan etmesiyle başladı. Ancak savaşın hemen başlarında Batı’da ve Doğu’da Alman saldırıları durakladığı için Almanlar Türkiye’nin bir an evvel savaşa girmesi için baskı uygulamaya başladılar.
Osmanlı Devleti savaşın başında silahlı tarafsızlık ilan etti. Her şeye egemen olan ve Türkiye’nin geleceğini Alman ordularının Avrupa’daki başarılarında gören, Harbiye Nâzırı ve Başkomutanvekili Enver Paşa 26 Ekim’de Alman Amiral Suşon’a Karadeniz’e açılması iznini verdi. Yavuz (Goeben) ve Midilli (Breslau) ile birlikte on bir parçadan oluşan Amiral Suşon komutasındaki Türk donanması 27 Ekim sabahı Karadeniz’e açıldı ve 29 Ekim sabahı Rusya’nın Odessa, Sivastopol ve Novrosiski limanlarını bombardımana tuttu. Böylece Türkiye 29 Ekim 1914’te fiilen Birinci Dünya Savaşı’na girmiş oldu. Osmanlı’nın kaderi zaten 9 Haziran 1908’de Reval’de Rus Çarı II Nikola ve İngiliz Kralı 7. Edward arasındaki görüşmelerde belli olmuş, paylaşılmasına karar verilmişti.
Teslimiyet anlaşması
Büyük Harp’in uzun seneleri zarfında millet, yorgun ve fakir düşmüş, ülkeyi dünya savaşına sokan İttihat ve Terakki’nin lider kadrosu kendi hayatlarının endişesine düşerek Türkiye’den ayrılmışlardı. Padişah şahsının ve sadece tahtının telaşı içinde, Damat Ferit hükümeti, aciz ve kurtuluşu ancak İngilizlerle anlaşmada bulmaktadır. Devlet 30 Ekim 1918’de Mondros’ta İtilaf Devletleri’yle koşulları ağır bir teslimiyet antlaşması imzaladı. İtilaf Devletleri Mondros’un özellikle 7. maddesinden yararlanarak ülkenin hemen her yerini işgal etmektedir. İşgallerle beraber katliamları da yaşayan bu çilekeş, inançlı, vatansever ve gururlu Türk milleti dış düşmanla boğuşurken, yüreği yanarak içerideki işbirlikçilerin de ihanetine uğramaktaydı. Nâzım, o günler için “Ateşi de, ihaneti de görmüş bir milletiz” diyor. Bütün bu ağır dış ve iç koşullara rağmen gür sesiyle ilk günden itibaren Mondros’a karşı çıkan, ulusun başına neler örülmekte olduğunu haykıran bir Mustafa Kemal vardır. Askeri ve siyasi dehasıyla Anadolu ihtilalini gerçekleştiren ve beş yıl süren müthiş bir mücadelenin sonunda Mustafa Kemal Cumhuriyet’i kurdu.
Erzurum Kongresi
Ancak Cumhuriyete giden süreçte çok mihnetler yaşanmıştır. Gerçek anlamda “Cumhuriyet” üzerinde ilk düşünen Atatürk’tür. Erzurum Kongresi günlerinde “Muhakkak ki var olan hükümet biçimi ülkenin refah ve mutluluğuna ve gelişmesine yeterli gelmeyecektir. Başka bir hükümet biçimi arayıp bulmamız gerektiği kanısındayım” şeklindeki Mazhar Müfit Kansu’nun sorusuna 23 Temmuz 1919 gecesi Mustafa Kemal şöyle yanıt vermiştir.
“Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır.”
Diğer taraftan Anadolu’daki gelişmeleri izleyen İngiliz gizli servisi Londra’ya, Sivas Kongresi sonrası bir “Anadolu Cumhuriyeti” kurulacağını bildiriyor ve İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiser Amiral de Robeck de Lord Curzon’a gönderdiği şifrede Milli Mücadele’nin Cumhuriyete dönüşeceğinin işaretlerinden bahsediyordu. The Times gazetesi de 22 Eylül 1919 da “Sivas’taki Anadolu Cumhuriyeti” başlığını kullanmıştı.
Cumhuriyetin ilanından 2 yıl sonra, Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiridir. Zihnini hep meşgul eden, Cumhuriyetin niçin ve neden 29 Ekim’de ilan edildiğini öğrenmek ister. Anlattıklarına kulak verelim: “Atatürk hep mazlum bir millet derdi. Cumhuriyetin ilanından epey bir süre geçmişti. Ben de, hep neden 29 Ekim diye kendi kendime sormuşumdur. Bir gün Çankaya’da sofra dağıldıktan sonra, ‘Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Hep düşündüm. 30 Ekim 1918 günü mütareke ilan edildi. Adana’daki karargâhınızdan Başkent’e (İstanbul’a) verdiğiniz şifreyi hatırlıyorum. Şimdi aradan zaman geçti, Cumhuriyet’imizin ilanının 29 Ekim gecesine gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi’ diye sordum”. Bunun üzerine Atatürk şunları söylüyor:
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da İtilaf Devletleri’nin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu. Fakat, ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hasıl oldu. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır? Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.” Atatürk bir an durdu, Fahrettin Paşa’ya baktı ve sonra elini masanın üzerine vurarak: “Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…” Fahrettin Altay’ın “Ama bundan hiç bahsetmediniz” demesi üzerine, Atatürk “Övünmek olur, övünmek benimle beraber mefkureye inananların, milletin, ordunun hakkıdır” der. Fahrettin Altay’ın Atatürk’ün bu olaya bakışıyla ilgili düşüncesi şudur: “…Cumhuriyetin ilanı üç gün önce, iki gün sonra da olabilirdi. Bazı akımlar vardı, onlara karşı harekete geçmişti. Ama dikkatimden kaçmayan husus, müzakerelerin bir an evvel bitmesini istemesiydi. Adana’dan İstanbul’a verdiği şifrede yanında bulunduğum için, mütareke koşullarına olan şiddetli itirazını ve o günkü azabını çok iyi biliyordum. Diyelim ki, bu bir milletin öcüdür sözünden bir netice çıkarabiliyorum, belki iki neticeyi birden elde etmek istemişti.”
“Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der” diyen Atatürk, Cumhuriyetin tarihini seçerken bile, dünyaya ve Türk ulusuna bir deha örneği daha göstermiş oluyordu.
Her anlamı ile büyük Türk ulusunun öz ve aziz malı olan Cumhuriyet kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek ve sonsuza dek yaşayacaktır.
Osmanlı Devleti savaşın başında silahlı tarafsızlık ilan etti. Her şeye egemen olan ve Türkiye’nin geleceğini Alman ordularının Avrupa’daki başarılarında gören, Harbiye Nâzırı ve Başkomutanvekili Enver Paşa 26 Ekim’de Alman Amiral Suşon’a Karadeniz’e açılması iznini verdi. Yavuz (Goeben) ve Midilli (Breslau) ile birlikte on bir parçadan oluşan Amiral Suşon komutasındaki Türk donanması 27 Ekim sabahı Karadeniz’e açıldı ve 29 Ekim sabahı Rusya’nın Odessa, Sivastopol ve Novrosiski limanlarını bombardımana tuttu. Böylece Türkiye 29 Ekim 1914’te fiilen Birinci Dünya Savaşı’na girmiş oldu. Osmanlı’nın kaderi zaten 9 Haziran 1908’de Reval’de Rus Çarı II Nikola ve İngiliz Kralı 7. Edward arasındaki görüşmelerde belli olmuş, paylaşılmasına karar verilmişti.
Teslimiyet anlaşması
Büyük Harp’in uzun seneleri zarfında millet, yorgun ve fakir düşmüş, ülkeyi dünya savaşına sokan İttihat ve Terakki’nin lider kadrosu kendi hayatlarının endişesine düşerek Türkiye’den ayrılmışlardı. Padişah şahsının ve sadece tahtının telaşı içinde, Damat Ferit hükümeti, aciz ve kurtuluşu ancak İngilizlerle anlaşmada bulmaktadır. Devlet 30 Ekim 1918’de Mondros’ta İtilaf Devletleri’yle koşulları ağır bir teslimiyet antlaşması imzaladı. İtilaf Devletleri Mondros’un özellikle 7. maddesinden yararlanarak ülkenin hemen her yerini işgal etmektedir. İşgallerle beraber katliamları da yaşayan bu çilekeş, inançlı, vatansever ve gururlu Türk milleti dış düşmanla boğuşurken, yüreği yanarak içerideki işbirlikçilerin de ihanetine uğramaktaydı. Nâzım, o günler için “Ateşi de, ihaneti de görmüş bir milletiz” diyor. Bütün bu ağır dış ve iç koşullara rağmen gür sesiyle ilk günden itibaren Mondros’a karşı çıkan, ulusun başına neler örülmekte olduğunu haykıran bir Mustafa Kemal vardır. Askeri ve siyasi dehasıyla Anadolu ihtilalini gerçekleştiren ve beş yıl süren müthiş bir mücadelenin sonunda Mustafa Kemal Cumhuriyet’i kurdu.
Erzurum Kongresi
Ancak Cumhuriyete giden süreçte çok mihnetler yaşanmıştır. Gerçek anlamda “Cumhuriyet” üzerinde ilk düşünen Atatürk’tür. Erzurum Kongresi günlerinde “Muhakkak ki var olan hükümet biçimi ülkenin refah ve mutluluğuna ve gelişmesine yeterli gelmeyecektir. Başka bir hükümet biçimi arayıp bulmamız gerektiği kanısındayım” şeklindeki Mazhar Müfit Kansu’nun sorusuna 23 Temmuz 1919 gecesi Mustafa Kemal şöyle yanıt vermiştir.
“Zaferden sonra şekl-i hükümet Cumhuriyet olacaktır.”
Diğer taraftan Anadolu’daki gelişmeleri izleyen İngiliz gizli servisi Londra’ya, Sivas Kongresi sonrası bir “Anadolu Cumhuriyeti” kurulacağını bildiriyor ve İstanbul’da İngiliz Yüksek Komiser Amiral de Robeck de Lord Curzon’a gönderdiği şifrede Milli Mücadele’nin Cumhuriyete dönüşeceğinin işaretlerinden bahsediyordu. The Times gazetesi de 22 Eylül 1919 da “Sivas’taki Anadolu Cumhuriyeti” başlığını kullanmıştı.
Cumhuriyetin ilanından 2 yıl sonra, Ekim 1925’te Fahrettin Altay Paşa Çankaya’da Atatürk’ün misafiridir. Zihnini hep meşgul eden, Cumhuriyetin niçin ve neden 29 Ekim’de ilan edildiğini öğrenmek ister. Anlattıklarına kulak verelim: “Atatürk hep mazlum bir millet derdi. Cumhuriyetin ilanından epey bir süre geçmişti. Ben de, hep neden 29 Ekim diye kendi kendime sormuşumdur. Bir gün Çankaya’da sofra dağıldıktan sonra, ‘Paşam benim dikkatimi çekmiştir. Hep düşündüm. 30 Ekim 1918 günü mütareke ilan edildi. Adana’daki karargâhınızdan Başkent’e (İstanbul’a) verdiğiniz şifreyi hatırlıyorum. Şimdi aradan zaman geçti, Cumhuriyet’imizin ilanının 29 Ekim gecesine gelmesi acaba bir tesadüf müdür? Üç gün evvel, beş gün sonra da olabilirdi’ diye sordum”. Bunun üzerine Atatürk şunları söylüyor:
“Mütarekenin ilk günlerini hatırlarsın. Saray ve hükümet teslimiyeti kabul etmişti. Hükümet sarayın, saray da İtilaf Devletleri’nin elinin altına girmişti. Saray bu halinden memnundu. Fakat, ben bunu kabul edemezdim. Buna karşı koymakla bir çıkış yolunu temin ederek, bu mazlum milleti tarih sahnesinden silmek, ortadan kaldırmak isteyenlere karşı harekete geçmek için kendimi vazifeli saymıştım. Dünyada tek başımıza idik, fakat benim inandığım ideale benimle beraber olanlar da bağlandılar ve netice hasıl oldu. Mütareke 30 Ekim 1918’de imzalanmıştı. Vatan parçalanmış, istilaya uğramıştı. Peki, 30 Ekim 1918’den bizim İzmir’e girdiğimiz tarih olan 9 Eylül 1922’ye kadar kaç yıl geçti? Dört yıl. 29 Ekim 1923’te Cumhuriyeti ilan ettik. İşte beş yıla sığdırdığımız büyük inkılap, bizim yaşadığımız şartlara duçar olmuş, hangi milletin tarihinde vardır? Bu mazlum millet kendisinin hakkı olan yere ulaşmıştır, çektiğimiz acıların, sıkıntıların en büyük mükafatı işte budur. Bütün dünya bunu görmüştür. Daha da görecekleri vardır. Beni en çok mesut eden hadise, bu mazlum milletin hak ettiği bu yere gelmesidir. Sen benim 30 Ekim 1918 sonrası günlerdeki çektiğim azabı bilirsin. Yanımdaydın. Mondros 30 Ekim’dir. Cumhuriyet 29 Ekim. İşte bu da bir milletin, mazlum bir milletin ahıdır. Sanırım ki o zamanki devletler bunu anlamışlardır.” Atatürk bir an durdu, Fahrettin Paşa’ya baktı ve sonra elini masanın üzerine vurarak: “Deyiniz ki, bu tarihten silinmek istenilen bir milletin öcüdür…” Fahrettin Altay’ın “Ama bundan hiç bahsetmediniz” demesi üzerine, Atatürk “Övünmek olur, övünmek benimle beraber mefkureye inananların, milletin, ordunun hakkıdır” der. Fahrettin Altay’ın Atatürk’ün bu olaya bakışıyla ilgili düşüncesi şudur: “…Cumhuriyetin ilanı üç gün önce, iki gün sonra da olabilirdi. Bazı akımlar vardı, onlara karşı harekete geçmişti. Ama dikkatimden kaçmayan husus, müzakerelerin bir an evvel bitmesini istemesiydi. Adana’dan İstanbul’a verdiği şifrede yanında bulunduğum için, mütareke koşullarına olan şiddetli itirazını ve o günkü azabını çok iyi biliyordum. Diyelim ki, bu bir milletin öcüdür sözünden bir netice çıkarabiliyorum, belki iki neticeyi birden elde etmek istemişti.”
“Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der” diyen Atatürk, Cumhuriyetin tarihini seçerken bile, dünyaya ve Türk ulusuna bir deha örneği daha göstermiş oluyordu.
Her anlamı ile büyük Türk ulusunun öz ve aziz malı olan Cumhuriyet kıymetli evlatlarının elinde daima yükselecek ve sonsuza dek yaşayacaktır.
kaynak:hürriyet gazetesi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder