Bu Blogda Ara

6 Eylül 2011 Salı

CEM SULTAN(sürgündeki şehzade)


Fatih Sultan Mehmed’in 3 oğlu vardı. Bunlardan Mustafa, babasının sağlığında bir hastalık sonucu 24 yaşında hayatını kaybetti. Fatih Sultan Mehmed vefât ettiğinde taht için iki vâris geride kalmıştı. Bunlardan biri Sultân II. Bâyezid iken, bir diğer Cem Sultan’dı.
Osmanlı şehzadeleri yetişmeleri için çocuk yaşta sancak yönetimlerine gönderilirlerdi. Şehzade Cem de henüz 9 yaşındayken Kastamonu’ya, 15’indeyken de Karaman sancağına çıkarıldı. Şehzade Bayezid’in ise yine 9 yaşındayken Amasya sancagına çıktı. O günkü şartlara göre; şehzadelerin başkente yakın veya uzak sancaklara gönderilmelerinin bir anlamı, bir nevi onların tahta uzak veya yakın tutulduklarına işaret etmekteydi. Tahta davet haberi ulaştığında, başkente yakın olan şehzadelerin padişahlık şansı, diğerlerine göre yüksek oluyordu. Cem Sultan bu yüzden bile tahta yakın oldugu görülüyor.
Cem Sultan'ın bastırdığı akçeler
Cem Sultan'ın bastırdığı akçeler
Cem Sultan’ın da taht mücadelesi için haklı sebepleri de vardı. Nitekim Bursa’ya geldi, adına para bastırıp,hutbe okuttu. Fatih’in padişahlığı döneminde doğduğu için tahta geçmesi gerektiğine inanıyordu. Fakat daha sonra İstanbul’dan gelen kuvvetler sebebiyle Konya’ya çekilmek zorunda kaldı. Ardından daha güneye indi, Mısır’a ve derken Hicaz’a…
Akabinde taht için mücadelesini bırakmadı.Bazı teşebbüslerde bulundu, fakat sonra kendisini Rodos Adası’nda, ardından Fransa’da
Zizim-jem-cem-sultan-rodosta
Rodos Şovalyelerinin Lideri, Büyük Üstad Pierre d'Aubusson Cem Sultan İle Yemekte
ve daha sonra Roma’da Papa’nın karşısında buldu…
Koskoca bir imparatorluğun yıllarca Avrupaya karşı elini kolunu bağladı. Abisi Bayezid’in şüphe içinde yaşamasına vesile oldu.
Beyazıd verdiği tavizlerle, Cem’in zapt altında tutulması için azami çaba harcadı, Osmanlı altınları ”Cem’in masrafları” adı altında rodos şövalyelerine ve ertesinde papalığa aktarıldı .
Talihsiz şehzade, esaret altında geçen 13 yılın ardından fransaya nakli esnasında vefaat etti. Zehirli bir ustura ile tıraş edilerek öldüğü bilinen hanedanın en bahtsız şehzadenin ölümü ile de sular durulmadı ve cesedi dahi devletler arası çekişmelere neden oldu.
Bayezid kardeşinin ölümünü haber aldığında 3 günlük yas ilan etti. Gıyabi cenaze namazı kıldırdı. Cenazenin Osmanlı topraklarına defni için aradan 4 yıl geçmesi gerekti.
Cem sultanın hayatta kalan oğlu Murad ise babasının vefaatından sonra Rodos’ta kalarak hıristiyanlığı seçti. Bu şehzade, daha sonra Kanuni Sultan Süleyman tarafından Rodos’un fethiyle teslim alındı ve öldürtüldü.
Osmanlıda devletin selameti için hac farizası hanedanlığın üyeleri tarafından yerine getirilemezdi. Lakin bunun tek istisnası vardır. O da Cem Sultandır. Osmanlı hanedanında Cem Sultandan başka hiç kimse hacca gitmemiştir.
Cem sultan, Osmanlı tarihinin hüzünlü bir yaprağıdır.
Şehzade, sultan olan abisine hitaben;
“sen bister-i gülde yatasun şevk ile handan
ben kül döşenem külhan-ı mihnette sebeb ne”

(Sen neşe içinde gül gibi yaşarken ben dert içinde sürünüyorum, bunun sebebi nedir?)
Beyazıd da cevaben demiş ki:
“çün rûz-i ezel kısmet olunmuş bize devlet,
takdîre rıza vermeyesin böyle sebeb ne?
haccü’l-haremeynüm deyüben davi kılırsun
bu saltanat-ı dünyeviye bunca talep ne”

(Bana bu saltanat ezelden kısmet olmuş kadere razı olmaman niyedir, Mekke ve Medine’ye gittiğini iddia edip durursun öyleyse bu dünya saltanatına talebin niyedir?)
ALINTIDIR.

AHİLİK


CÖMERT KARDEŞLER
Öyle bir bina kurulsun ki temelinde kardeşlik olsun. Öyle bir bina düşünün ki bütün tuğlalar kardeşlikle birbirine tutunsunlar, dahası o binanın tüm tuğlaları evet tüm tuğlaları kardeş olsun. Şimdi sormak istiyorum. Sizce böyle bir bina kolay kolay yıkılabilir mi? Böyle bir bina yüzyıllarca ayakta kalmaz mı? Felsefesi kardeşlik olan, “kardeşim” anlamına gelen “ahi” kelimesini örgütlerinin adı kabul eden bir topluluk… İşte bu topluluk yüzyıllar boyunca varlığını devam ettirmiş, başta ticaret olmak üzere, toplumun her alanında da söz sahibi olmuştur.
Kardeşlik, Ahilik kurumunun temelinde tasavvufi değerlerin yer alması sonucunda vazgeçilmez bir kural olmuştur. Evet, Ahilik kurumunun her bir ferdi kardeşti, onlar kardeştiler. Kardeşlik demek sadece bir anadan doğmak değildir. Sadece aynı kanı taşımak demek, aynı soydan gelmek demek değildir. Ahiler, kardeşliği, cömertliğe, yardımlaşmaya ve dostluğa dayanan bir duygu olarak nitelendirmişler ve yaşatmışlardır. Dini, mesleki, karakterli bir kurum olan “Ahilik”, görüşlerini bilhassa kişiler arasındaki düşmanlıkların kalkmasını ve bu düşmanlıkların yerine kardeşlik duygusunun hakim olmasını teşvik eden Kur’an-ı Kerim’den ve Hz. Muhammed’in hadisi şeriflerinden alır. Ahiler benimsedikleri görüş çerçevesinde tüm insanlar arasında dayanışma ve yardımlaşma kurmaya çalışmışlardır.
Ahiliğin temel öğeleri din ve meslektir. Daha doğrusu Ahilik dini kurallar çerçevesinde mesleki yapılanmadır. Ahilikte temel meslek sahibi olmayan bir ahi tasvir edilemez. Her şahıs, becerisine, imkânlarına göre bir mesleğin maharet ve hünerlerini kazanır, o işin piri olur ve hem kendine hem de topluma katkı sağlar. Mesleği olmayan birinin ne kendine ne topluma faydası olur.
Ahilik gibi bir kurumun oluşturulmasındaki temel amaç insanlığa hizmet etmektir.
Mükemmel toplumlara ancak ahlakla yoğrulmuş, kardeşlikle pişmiş fertler yetiştirerek ulaşabilirsiniz. Fertler mükemmel olursa onlardan meydana gelen topluluklar da mükemmel olur.Bunu gerçekleştirdiğiniz zaman dünyayı düzene sokabilirsiniz. Bu yüzden Ahilikte öncelik, fertlerin kişiliklerini bir düzene sokmaktadır.
Ahi olmayı seçen birinin üç şeyi bağlanır, üç şeyi açılır: gözü harama, ağzı günah söze, eli zulme bağlanır; kapısı konuklara, kesesi ihtiyacı olanlara, sofrası aç olanlara açılır.
Aslında ahilik başlı başına bir yaşam biçimi oluşturmuştur. Temel ilkeleriyle 300’e yakın görgü kurallarıyla her millete örnek olacak bir yaşam biçimi.
Ahilik; kardeşliktir, adalettir, yardımseverliktir, insan haklarına saygı duymaktır. . Ahilik devletini ve tüm insanları seven, kudretli, şefkatli, çalışkan, yardımsever, ekmeği bol ve sofrası açık iyi insanların birliğidir.
Günümüz dünyasının yükselen onlarca değerinin önemli bir kısmının temelinde ahiliğin ana ilkeleri bulunmaktadır. Tüketici hakları, sivilleşme, kooperatifçilik, gibi kavramları dünyaya aktaran birikim, ahilik kültürüdür. Bu yönüyle de ahilik, yalnızca Türk Milletinin değil, dün olduğu gibi bugün de bütün dünya toplumlarının örnek alması gereken bir ahlak sistemidir.
Yazımı kardeşliği, eşitliği, Mevlana’nın “Ne olursan ol yine gel!” görüşünü kendisine temel edinmiş güzel bir ahi sözüyle bitirmek istiyorum:
“Hak ile sabır dileyip bize gelen bizdendir,
Akıl ve ahlak ile çalışıp bizi geçen bizdendir.”
Yavuz ÇAĞLAR

Jeanne D'arc fransızların kahramanı

Jeanne D'arc Fransa’nın milli kahramanı. Rivayete göre on üç yaşında bir kız olan Jeanne D’arc bazı sesler duymaya başladığını iddia ederek bu seslerin Allah’tan geldiğini söyledi. Haftada iki veya üç defa duyduğu bu sesler, J. D’arc’a, düşmanları tarafından kuşatılan Orléans şehrinin ve bütün Fransa’nın kurtarılmasını telkin ediyordu. O sırada akli dengesi bozulmuş olan Kral V. Charles (Şarl) çok güç durumdaydı. Çünkü yüzyıl savaşları ve çeşitli yenilgiler Fransa’nın zayıflamasına yol açtı.

Jeanne D’arc, erkek kılığına girerek her yanı istila edilmiş bulunan Fransa’yı dolaştı. Poitiers’te silah kuşanarak asker kılığına girdi. Orléans’a girerek İngilizler tarafından kuşatılan şehrin kurtulmasını sağladı.

Bourgogne Dükü Philippe’in kuşattığı Compiégne şehrinin yardımına koştu. Ama Dük tarafından esir edildi. Sonra da Beanvois Piskoposu Pierre Canchon’un isteği üzerine İngilizlere satıldı. Engizisyon hakim yardımcısı Jean Lemaitre tarafından da desteklenen Piskopos Canchon, Jeanne D’arc’ı dine karşı gelmekle ve büyücülükle suçladı. Muhakeme Rouen Kalesinde gizli olarak yapıldı. İngilizlerin gözetimi altında bir cezaevine hapsedildi. 24 Mayıs 1431’de Saint-Quen Mezarlığına getirilerek bundan böyle erkek kılığına girmeyeceğine halkın önünde yemin ettirildi. Ne var ki cezaevinde gardiyanların saldırıları karşısında kendini korumak için yeniden erkek kılığına girmek mecburiyetinde kaldı. Piskopos Canchon bunu kiliseye karşı gelmek olarak nitelendirdi. 30 mayıs 1431’de Rouen şehrinin Vieux-Marchè Meydanında diri diri yakılarak öldürüldü. Canchon, Jeanne D’arc’ın “Allah”ın sesini duyduğunu inkar edeceğini zannetti. Fakat Jeanne D’arc alevler arasında bile görevine ve dinine bağlı olduğunu haykırdı. Kral VIII. Charles ise, tacını borçlu olduğu Jeanne D’arc’ı kurtarmak için hiçbir çaba göstermedi. Bilahare Rouen’i geri alan VII. Charles iki ay sonra Jeanne D’arc’ın öldürülmesi üzerine soruşturma açtırdı. Muhakemede yüz on beş şahit dinlendi. Nihayet 1456’da J. D’arc temize çıkarıldı. 1920 senesinde de kilise tarafından azizler mertebesine yükseltildi.

J. D’arc’ı temsil eden çok sayıda minyatür, duvar halısı, tablo vardır. Ayrıca onun hayatı Fransız ve diğer ülke edebiyatlarında da edebi eserlere konu olmuştur. Tiyatro sahnelerinde ve sinema oyunlarında J. D’arc’ı çeşitli yönleriyle canlandırmışlardır. J. D’arc’ı Fransızlar bir hürriyet kahramanı olarak tanırlar. 



alıntıdır.

TÜRKLERDE NEVRUZ BAYRAMI


Nevruz Bayramı, Türk Milleti’nin yüzyıllar ötesinden devam edip gelen geleneksel bayramlarından biridir.
Nevruz Bayramı, Türk Milli Kültürü’nde baharın müjdecisi, gece ile gündüzün eşit olduğu ve tabiatın en adaletli günü olarak kabul edilir. Türkler’in yaşadığı en uzak bölgelerde dahi 21 Mart, Nevruz Bayramı olarak çeşitli yöresel etkinliklerle kutlanır.
Tabiat ile iç içe, kucak kucağa yaşayan, toprağı “ana” olarak vasıflandıran Türk Düşünce Sisteminde “Baharın gelişi” elbetteki önemli bir yere sahip olacaktı.
Kaşgarlı Mahmut, “Bayram” kelimesinin anlamını Divan-ı Lügat-it Türk’te “Bedhrem, halk arasında gülme ve sevinme, bir yerin ışıklarla ve çiçeklerle bezenmesi ve orada sevinç içinde eğlenilmesi” olarak tarif eder.
Bayramlar, insanlar arasında karşılıklı sevgi ve saygının perçinlendiği günlerdir.
Bayramlar, insanların birbirleriyle olan dargınlıklarını unuttukları, barıştıkları, kardeşçe kucaklaştıkları gündür.
Bayramlar, toplumlarda milli birlik ve beraberliğin, bir arada yaşama arzusunun kuvvetlendiği günlerdir.
Bayramlar, milli ve dini duyguların, inançların, örf ve adetlerin uygulandığı, sergilendiği, bir toplumda millet olma şuurunun şekillendiği, kuvvetlendiği günlerdir.
Eski Türkler’le İranlılar’ın “yıl-başı” kabul ettikleri gün, Farsça bir kelime olan “Nevruz” terimiyle ifade olunmaktadır. Ancak kelime anlamı bakımından “yeni gün” demektir. Araplar’a İranlılar’dan geçen bu adet, başta Oniki Hayvanlı Türk Takvimi’nde görüldüğü üzere Türkler’de çok eskiden beri bilinmekte ve bugün törenlerle kutlanmaktadır.
Türkler’de çok eskiden beri baharın gelişi, tabiatın canlanışı, destanlarda masallarda, türkülerde şiirlerde, aşıkların kopuzlarında terennüm edilir ve bahardan coşkunlukla söz edilirdi. Baharın gelişi; suların çoğalması, dünyanın nefesinin ısınması yani havaların ısınması, türlü çiçeklerin açılması, yeryüzüne yemyeşil bir ipek kumaşın serilmesi, hayvanların çoğalması olarak yorumlanmaktadır.
Türk topluluklarında Nevruz geleneği yaygındır. Türkler, Nevruz’u “Nevruz-ı Sultani, Sultan Nevruz” veya Orta Asya Türk topluluklarında görüldüğü üzere “Sultan Navrız” olarak kutlamaktadırlar. Türkler’de Nevruz’la ilgili görülen rivayetlerin en önemlisi bu günün bir kurtuluş günü olarak kabul edilmesidir. Bu bakımdan bu gün Ergenekon veya Bozkurt Bayramı olarak kabul edilmektedir.
Ergenekon Destanı’na göre düşmanları Türkleri bir hile ile yenerler ve çoğunluğu öldürülür yada tutsak düşer. Kurtulanlar kimsenin bilmediği dağlık ,verimli bir yer olan Ergenekon’a gelirler. Zamanla nüfusları çoğalınca buradan çıkmak istediklerinde etrafın demir dağlarla çevrili olduğu görülür. Bunun için büyük ateşler yakıp dağları eritirler ve tekrar eski yurtlarına dönerler. İşte Türk Kültürüne göre Nevruz , takvim başlangıcı olan Ergenekon’dan çıkış günüdür. Bu adet Türkler’deki demirciliğin milli sanat olması ve demir kültü ile açıklanabilir. İşte Türk Kültürüne göre Nevruz, takvim başlangıcı olan Ergenekon’dan çıkış günüdür.
O günden beri yeni yılın başladığı gece Kök-Türkler’de adettir, o günü bayram sayarlar. Bir parça demiri ateşe salıp kızdırırlar. Önce Kağan bunu kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Ondan sonra beyler de öyle yaparlar. Bunu mukaddes bilirler, böylece Tanrı’ya şükretmiş olurlar.
Nevruz, Türkler’in tabiatın dirilişini alkışladığı, yıl esaslı zaman değişiminin başlangıcı saydığı, değişmeler için Tanrıya şükrünü ifade ettiği özel bir törendir. Bu kutlama sarı, kırmızı, yeşilin   yan yana gelmesiyle oluşan sembolleşme ile tamamlanır gibidir.
Sarı, kırmızı ve yeşili bir inanış ve varlık dünyasını yorumlayış sonucunda yeşili; dirilik, tazelik gençlik, sarıyı; merkez, hükümranlık, kırmızıyı; Tanrı, koruyucu ruh, ocak (ev), dirlik, bağımsızlık, hürriyet anlamlarının sembolü halinde yorumlayan sadece Türk kökenli halkalardır.
Türk boyları, söz konusu bayramda çeşitli eğlenceler düzenlemekte ve bir çok pratiği de yerine getirmektedirler. Mesela; Nevruz’da pişirilen özel yemekler, oynanan oyunlar, güreş müsabakaları, yarışmalar, musiki makamları, şiir söyleme gelenekleri gibi faaliyetler yüzyıllardan beri yapılmaktadır. Nevruz, bu özellikleriyle Türk boyları arasında tam manasıyla sanat, edebiyat, spor ve musiki erbabının hünerlerini gösterdikleri bir bayram haline dönüşmüştür.
Tarihi bakımdan Hun, Göktür, Uygur, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet  döneminde Nevruz, bir örfi bayram olarak kabul edilmiş, çeşitli eğlence ve merasimlerle idrak edilmiştir.
Cumhuriyetin ilanından sonra Atatürk’ün önderliğinde 1922, 1923, 1924 ve 1926 yıllarında Ergenekon Bayramı adıyla kutlanmış, daha sonraki yıllarda bu kutlamalar mahalli seviyede olmuştur.
Ülkemizin Batısında Mart Dokuzu, Hıdrellez veya  Kakava Şenlikleri adıyla kutlanan Nevruz Bayramı, bizleri birbirimize daha çok yaklaştırır. Ortak bir kültüre, birlik ve beraberlik içinde sahip çıkar ve aynı kültürün insanları olarak kaynaşmamıza, birbirimizi sevmemize yardımcı olur.
Nevruz geleneği ne Sunilikle, ne Alevilikle, ne Bektaşilikle doğrudan bağlantısı olmayan, İslamiyetten çok öncelere giden bir gelenektir. Yani bir dinin ve mezhebin bayramı değildir. Bu yüzden herhangi bir şekilde bir mezhep adına, bir din adına, bir etnik menşe adına bağlı gösterilmesi, istismar edilmesi, bir ayrılık unsuru olarak takdim edilmeye çalışılması yanlıştır. Tarihin ve kültürün bütün gerçeklerine aykırıdır.
Milli Kültürü yozlaştırmak, yok etmek, milli kültür unsurları üzerinde şüphe yaratmak, milli tarih konularında spekülatif yayınlarda bulunmak bugün Türklük düşmanlarının en çok takip ettikleri metod bulunmaktadır. Kaleleri içerden ele geçirmek yani ülkeleriparçala, böl, sonra yok et prensibi emperyalist politikaların hedef seçtikleri ülkelere karşı uyguladıkları genel bir stratejidir. Bu strateji içinde milli kültür düşmanlığı, milli kültürün dejenere edilmesi, milli kültür değerleri üzerinde başka sahipler aranması en geçerli bir silah olarak kabul edilmektedir. Özellikle yurt dışında Türkiye ve Türklük aleyhine faaliyet gösteren Marksist-Leninist ve bölücü unsurlar sun’i bir topluma mal edilmeye çalışılan Ergenekon/ Nevruz Bayramı’nı Türk kültürü bünyesinden koparmak istemekte ve bu konuda gayret göstermektedirler. Bu durumda bizlere düşen görev tarihimizi ve kültürümüzü daha iyi öğrenip sahiplenmek, bu müjde bayramını dostça kardeşçe kutlamaktır.
Atatürk’ün tarih öğrenmenin önemi üzerine söylemiş olduğu şu söz yukarıda izah etmeye çalıştığımız konunun önemini daha iyi açıklamaktadır.
“TÜRK ÇOCUĞU ECDADINI TANIDIKÇA DAHA BÜYÜK İŞLER YAPMAK İÇİN KENDİNDE KUVVET BULACAKTIR.”
Nevruz, Türk insanını   birbirine kenetleyen, bağlayan, Ergenekon’dan demir dağları eriterek dirilen ataların ruhuyla yanan bir ateştir. Bu  ateş hiç sönmeden binlerce yıl yandı ve gelecekte de kıvılcımlarından binlerce gönlü tutuşturarak ortak kültür ocağında binlerce ruhu ısıtacaktır. Avrasya’nın, Türk aleminin Nevruz toyu kutlu olsun, Nevruz gülleri geleceğe umutlar taşısın.
21 Mart Nevruz Bayramı, genç nesillerimize mutlaka öğretilmeli ve dünya durdukça Türk Milleti’nin geleneksel bayramı olarak yaşatılmalıdır.
NİCE NEVRUZLARDA BULUŞMAK DİLEĞİYLE!
KAYNAKLAR:
  1. Meydan Larousse “Nevruz” maddesi
  2. Atatürk Diyor ki
  3. Reşat GENÇ:Türk İnanışları İle Milli Geleneklerinde Renkler ve Sarı-Kırmızı-Yeşil
  4. Abdulhaluk M.ÇAY:Türk Ergenekon Bayramı Nevruz
  5. Bahaeddin ÖGEL:Türk Kültürünün Gelişme Çağları
  6. Mehmet Emin BATUR:Nevruz 22 Mart 2004
  7. İsa ÖZKAN:Uygur Efsanelerinde Nevruz
  8. Enver MUHAMMET:Uygurlar’da Nevruz Geleneği,    Türksoy Dergisi, Mayıs 2003
  9. Hatice Emel AŞA:Nevruz’un Türk Dünyasındaki İsimleri-Türk Kültüründe Nevruz, Yeni Avrasya Dergisi Mart-Nisan 2000
ALINTIDIR.

ATATÜRK VE TÜRK BİRLİĞİ


Atatürk, milyonlarca millettaşımız gibi bugün mili sınırlarımız dışında kalan ve vaktiyle Osmanlı’nın idaresinde bulunan Selanik’te dünyaya gelmiştir. O’nun millet ve milliyetçilik anlayışı sadece Türkiye’de yaşayan Türkleri içine alan ve o zamanki tabirle Dış Türklere karşı ilgisiz kalan bir anlayış değildir. Atatürk, Türk Dünyası ile ilişkilerde, son derece planlı ve programlı hareket eden ve Türk Dünyası ile ilişkilerin o zamanın biricik Bağımsız Türk Devleti olan Türkiye’ye zarar vermeyecek bir şekilde yürütülmesinden yanaydı. O’nun Türk Dünyası ile ilişkilerinin bir görünen bir de görünmeyen yönü vardı. “ Pantürkizm ve Panislamizm “ gibi görüşleri tehlikeli olarak gördüğüne ait sözleri o zamanın siyaseti gereği özellikle Rusları ürkütmemeye yönelik söylenmiş sözleridir.
Türk Birliği’nin bir gün mutlaka hakikat olacağına inanan Atatürk ileri görüşlü bir devlet adamı olarak çok uzun yıllar öncesinden Sovyetler Birliği’nin dağılacağını tahmin etmiş ve Türkiye’yi yönetecek olanların o günlere hazırlıklı olmalarını istemiştir ve kendisinden sonraki devlet adamlarına bir siyasi vasiyet yerine geçecek şu sözleri söylemiştir:
Bu gün Sovyetler Birliği dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir. Bu dostluğa ihtiyacımız vardır. Fakat yakında ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan gibi parçalanabilir, ufalanabilir. Bu gün elinde sımsıkı tuttuğu milletler avuçlarından kaçabilirler. Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir. İşte o zaman Türkiye ne yapacağını bilmelidir. Bizim bu dostumuzun idaresinde dili bir, inancı bir, özü bir kardeşlerimiz vardır. Onlara sahip çıkmaya hazır olmalıyız. Hazır olmak yalnız o günü susup beklemek değildir. Hazırlanmak lazımdır. Milletler buna nasıl hazırlanır? Manevi köprüleri sağlam tutarak. Dil bir köprüdür; tarih bir köprüdür, inanç bir köprüdür. Köklerimize inmeli ve olayların böldüğü tarihimiz içinde bütünleşmeliyiz. Onların bize yaklaşmasını ekleyemeyiz. Bizim onlara yaklaşmamız gerekir. (29 Ekim 1933)
Hatay’ı Anavatana ilhak eden Atatürk’ün Musul ve Kerkük’ü de Anavatan’a ilhak etmek için çalışmalar yaptığı bir dönemde İngilizlerin teşvik ve destekleri ile “Şeyh Sait İsyanı“ çıkarılmış, böylece Musul ve Kerkük meselesi çözümsüz kalmıştır.
Türk Birliğinin bir gün mutlaka hakikat olacağına inanan Atatürk Finlandiya’da yayın yapan “TURAN“ isimli bir gazete çıkarttırmış ve bizat el altından bu gazetenin finansını devlet bütçesinden sağlamıştır. Bu gazete Atatürk’ün ölümüne kadar yayınlanmış, Atatürk’ün ölümünden sonra devlet bütçesinden ayrılan tahsisata son verildiğinden yayın hayatına son vermiştir. Bu gazete Rusça, Fince ve Türkçe dâhil dört dilde yayın yapmakta ve çoğunluğu Rusya’da dağıtılmaktaydı. Bu gazetenin yayınlanmış olan birer nüshaları Ertuğrul Zekai Öktem’in özel arşivinde saklanmaktadır.
Atatürk, Türk Birliği konusunda şöyle der:
Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapatacağım. Türk Birliğine inanıyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği ile açacak, dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türklüğün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek.(Atatürk’ün Sofrası, İsmet Bozdağ, s.138)
Avrupalılar için nasıl ki Avrupa Birliği, Araplar için nasıl ki Arap Birliği meşru bir düşünce ve birlik ise biz Türkler için de Türk Birliği aynı derece de meşru bir ülkü ve düşüncedir.
 

 Ülküler Devlet Tarafından Açıklanmaz Milletçe Yaşanır

 Türk Birliğinin bir gün hakikat olacağına inanan Rahmetli Atatürk, Sovyetlerin bir gün mutlaka dağılacağını biliyor ve o güne hazırlıklı olmanın gereğine inanıyordu. Bu konu ile ilgili olarak kendisine sorulan soruya verdiği cevap tarihimiz ve devletimizin takip edeceği derin siyaset açısından çok önemlidir. Nitekim 1933 yılının 29 Ekiminde Gazi Mustafa Kemal Paşa, bir genç doktorun sorusu üstüne bu fikri – saklanması kaydı ile- açıklamıştır!
Ülküler, devlet tarafından açıklanmaz; Millet tarafından yaşanır! Nasıl, bakarken, gözlerimizi görmüyor, onunla her şeyi görüyorsak, Ülkü de onun gibi, farkında olmadan vicdanlarımızda yaşar ve her şeyi ona göre yaparız. Ben, Devlet Başkanıyım! Sorumluluklarım vardır! Bu sorumluluklarım altında konuşamam! Bu konuda genç arkadaşlarımla ayrıca konuşacağım.
Dr. Zeki’ye “Siz şöyle bu tarafa geçin“ dedi ve salona sorup:
-Başka konuşmak isteyen var mı?
Az önceki içkili, uzun boylu vatandaş, bir yerlerden ortaya çıkmayı becerdi. Olabildiğince derlenmiş, toparlanmıştı ama yine de dili hafifçe sürçmekteydi:
-Paşam, benim büyük Paşam!
Atatürk gülerek elini kaldırdı:
-Anladım deminki önerini yeniden oya koymamı isteyeceksin! Tamam. Şimdi sırasıdır. Önerini arkadaşların da kabul ettiler. Cumhuriyetimiz kutlu olsun hanımlar, beyler!
Atatürk, salonu dolduran alkışlar arasında kalktı; Dr. Zeki’yi de yanına alarak Genel Müdür Odası’na geçti. Oturdular. Atatürk’ün arkasında, duvarda bir Türkiye haritası vardı. Karşısında oturan Dr. Zeki’ye:
-Benim arkamdaki haritayı görüyor musun? Dedi
-Evet Paşam.
-O haritada, Türkiye’nin üstüne abanmış bir blok var; Onu da görüyormusun?
 
-Evet, görüyorum, Paşa hazretleri.

-Hah, işte o ağırlık benim omuzlarımın üstündedir. Omuzlarımın üstünde olduğu için, ben konuşamam!
-Düşün bir kere… Osmanlı İmparatorluğu ne oldu? Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ne oldu? Daha dün, bunlar vardılar… Dünyaya hükmediyorlardı! Avrupa’yı ürküten Almanya’dan bu gün ne kaldı? Demek hiç bir şey, sür-git değildir. Bugün, “ölümsüz“ gibi görünen nice güçlerden, ileride belki pek az bir şey kalacaktır. Devletler ve Milletler, bu idrakin içinde olmalıdırlar. 
 

Bugün dostumuz, ama yarın

Bu gün Sovyet Rusya, dostumuzdur, komşumuzdur, müttefikimizdir… Devlet olarak bu dostluğa ihtiyacımız var! Fakat yarın ne olacağını kimse kestiremez. Tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi, tıpkı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu gibi parçalanabilir! Bugün, elinde sımsıkı tuttuğu milletler, avuçlarından sıyrılabilirler… Dünya yeni bir dengeye ulaşabilir!
İşte o zaman Türkiye, ne yapacağını bilmelidir!
Bizim bu dostumuzun yönetiminde dili bir, inancı bir özü bir kardeşlerimiz vardır. Onları arkalamaya hazır olmalıyız!
“Hazır olmak“ yalnız o günü susup beklemek değildir; hazırlanmak lazımdır… Milletler, buna nasıl hazırlanırlar? Manevi köprüleri sağlam tutarak! Dil, bir köprüdür; inanç bir köprüdür; tarih bir köprüdür! Bugün biz, bu toplumlardan dil bakımından, gelenek, görenek, tarih bakımından ayrılmış, çok uzağa düşmüşüz! Bizim bulunduğumuz yer mi doğru, onlarınki mi? Bunun hesabını yapmakta fayda yoktur! Onların bize yaklaşmasını bekleyemeyiz; Bizim onlara yaklaşmamız gerekli.
Bunları kim yapacak?
Elbette Biz! Nasıl yapacağız?
İşte görüyorsunuz, “Dil Encümenleri““Tarih Encümenleri“ kuruluyor.
Dilimizi, onun diline yaklaştırmaya, Tarihimiz ortak payda haline getirmeğe çalışıyoruz. Böylece, birbirimizi daha kolay anlar hale geleceğiz. Bir sevgi parlayacak aramızda; tıpkı bir vücut gibi, kaderde ve mutlulukta birbirimizi duyacağız ve arayacağız. Ortak bir dil amaçladığımız gibi, ortak bir tarih öğretimimiz olması gerekli… Ortak bir mazimiz var, bu maziyi, bilincimize taşımamız lazım. Bu sebeple okullarda okuttuğumuz tarihi, Orta Asya’dan başlattık! Bizim çocuklarımız, orada yaşayanları bilmelidirler. Orada yaşayanlar da bizi bilmeli…
İşte bunu sağlamak için de “Türkiyat Enstitüsü“ nü kurduk kültürlerimizi, bütünleştirmeğe çalışıyoruz! Ama bunlar, açıktan yapılmaz! Adı konarak yapılacak işlerden değildir. Yanlış anlaşılabildiği gibi, savaşlara da sebep olabilir. Bunlar, devletlerin ve milletlerin derin düşünceleridir.
İşitiyorum: Benim dil ve tarih ile uğraştığımı gören kısa düşünceli bazı vatandaşlarımız; Paşanın işi yok! dil ile tarih ile uğraşmaya başladı diyorlarmış. Yağma yok! Benim işim başımdan aşkın! Ben bugün çağdaş bir Türkiye kurmaya ne kadar çalışıyorsam, yarının Türkiye’sinin temellerini atmaya da o kadar dikkat ediyorum.
Bu yaptıklarımız hiç bir millete düşmanlık değildir. Barıştan yanayız, barıştan yana kalacağız! Ama durmadan değişen dünyada, yarının muhtemel dengeleri için hazır olacağız. Bunları sana, akıllı bir genç olduğun için söylüyorum. Açıktan söylemiyorum, kulağına söylüyorum. Sen bil, gerekçesini kimseye söylemeden böyle davran; çevrenin de böyle davranması için gerekeni yap! İdealler, konuşulmaz, yaşanır! Olay; İhsan Sabri Çağlayangil’den dinlenmiş, Sebati Ataman, Kılıç Ali, Tevfik Rüştü Aras, Hikmet Bayur tarafından doğrulanmıştır. (Atatürk’ün Sofrası; İsmet Bozdağ, İstanbul, s.11-26, İsmet Bozdağ Atatürk’ün Avrasya Devleti, s.30.31.32) den nakil Yusuf Koç-Ali Koç, Tarihi Gerçekler Işığında Belgelerle Mustafa Kemal Atatürk, sayfa 51-52 Ankara 2005)
Atatürk Türkiye dışındaki Türk devlet ve topluluklarına büyük bir önem vermekte idi. Azerbaycan elçisi İbrahim Abilof’a söylemiş olduğu aşağıdaki sözler O’nun Türkçülüğe ve Türk Birliğine verdiği önemi göstermesi açısından önemlidir:
Azerbeycan Türklerinin dertleri kendi dertlerimiz ve sevinçleri kendi sevinçlerimiz gibi olduğu için, onların muratlarına nail olmaları hür ve müstakil olarak yaşamaları bizi pek ziyade sevindirir. Türk’ün saadeti ve mazlumların halası yolunda Azerbaycan Türklerinde kanını dökmeğe amade bulunduklarına dair olan beyanatınız istilacılara karşı Türk’ün ve mazlumların kuvvetini artıran pek kıymettar bir sözdür. (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri cilt:2,s.21)
Sefir Hazretleri,
Bugün bize meserretli bir bayram yaşattığınızdan dolayı T.B.M.M. ve Hükümeti ve şahsım namına teşekkür ederim. Bu bayram gününün benim için mesut bir ciheti daha vardır ki oda müstakil Azerbaycan Şura Hükümeti’nin sancağını çekmek şerefini bana bahşetmiş olmasıdır. (Atatürk, Azerbaycan bayrağını bizzat elleriyle göndere çekmiştir)
Aziz arkadaşlarım Abilof Hazretleri; bugün Azerbaycan’ın istiklalini temsil eden bayrağı çekerken ellerim bir takım hissiyat ve teessürat ile müteharrik olduğunu duyuyorum. Filhakika bayrağı çeken benim ellerimdi. Fakat ellerimi tahrik eden bugünkü bayramda manen müşterek olan bütün Türkiye halkının hakiki ve samimi kardeşlik hissiyatı idi.
Sefir hazretleri; Azerbaycan sancağının Türkiye sancağının yanında Türkiye semasında temevvücünü görmek bütün milletimiz için büyük bir bayramadır. Bize böyle bir bayram günü yaşattığınızdan dolayı samimi teşekküratımı tekrar ederim (Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri cilt 2, s.23-24)
Tıpkı Sovyetler gibi bugün Ortadoğu coğrafyasında fiilen varlığını sürdüren ABD’de dağılacak veya bir gün bu coğrafyayı tıpkı Viyatnam’ı terk ettiği gibi terk etmek zorunda kalacaktır. İşte Türkiye o gün için de hazırlıklı olmalıdır.
alıntıdır.
Muharrem Günay Sıddıkoğlu’na teşekkürler..