Bu Blogda Ara

8 Eylül 2010 Çarşamba

ÖLÜME DAİR...



yüreğim acıyor canım dostum sen ne haldesin kimbilir? bu acı çok ağır, bu acı çok yıkıcı ve ömür boyunca yüreğinin sızısını duyacaksın...  sabır dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden sana...ama inan ki acını ben de yaşıyorum senin yüreğinle beraber.seni teselli edecek şu an hiç bir şey yok hiç bir kelime hiç bir davranış hiç bir şey belki de ondandır sana gelemeyişlerim, telefona elimin gidememesi , sesini duyamayışlarım ... 
 cnm dostum hayat kısa ve bilinmeyen bir denklem gibi ,yarınımız, bir saat sonramız belirsiz. bu çok bilinmeyen denklemle başbaşayız tanrı bizi sınıyor sabrımızı ölçüyor bu durumlarda sanırım ?

bu acının geri dönüşü yok ama inşallah acını biraz olsun küllendirecek biraz olsun hayata tekrar seni bağlayacak o mucizeye az kaldı  yüce allahımdan diliyorum umarım sağsalim o mucizeye kavuşursun...


ÖLÜME DAİR

Buyrun, oturun dostlar,


hoş gelip sefalar getirdiniz.


Biliyorum, ben uyurken


hücreme pencereden girdiniz.


Ne ince boyunlu ilâç şişesini


ne kırmızı kutuyu devirdiniz.


Yüzünüzde yıldızların aydınlığı


başucumda durup el ele verdiniz.


Buyrun, oturun dostlar


hoş gelip sefalar getirdiniz.






Neden öyle yüzüme bir tuhaf bakılıyor?


Osman oğlu Hâşim.


Ne tuhaf şey,


hani siz ölmüştünüz kardeşim.


İstanbul limanında


kömür yüklerken bir İngiliz şilebine,


kömür küfesiyle beraber


ambarın dibine...
Şilebin vinci çıkartmıştı nâşınızı


ve paydostan önce yıkamıştı kıpkırmızı kanınız


simsiyah başınızı.


Kim bilir nasıl yanmıştır canınız...


Ayakta durmayın, oturun,


ben sizi ölmüş zannediyordum,


hücreme pencereden girdiniz.


Yüzünüzde yıldızların aydınlığı


hoş gelip sefalar getirdiniz...
Yayalar-köylü Yakup,


iki gözüm, merhaba.
Siz de ölmediniz miydi?


Çocuklara sıtmayı ve açlığı bırakıp


çok sıcak bir yaz günü


yapraksız kabristana gömülmediniz miydi?


Demek ölmemişsiniz?






Ya siz?


Muharrir Ahmet Cemil?


Gözümle gördüm


tabutunuzun toprağa indiğini.


Hem galiba


tabut biraz kısaydı boyunuzdan.


Onu bırakın Ahmet Cemil,


vazgeçmemişsiniz eski huyunuzdan,


o ilâç şişesidir


rakı şişesi değil.


Günde elli kuruşu tutabilmek için,


yapyalnız


dünyayı unutabilmek için


ne kadar çok içerdiniz...


Ben sizi ölmüş zannediyordum.


Başucumda durup el ele verdiniz,


buyrun, oturun dostlar,


hoş gelip sefalar getirdiniz...


Bir eski Acem şairi:


«Ölüm âdildir» — diyor, —


«aynı haşmetle vurur şahı fakiri.»


Hâşim,


neden şaşıyorsunuz?


Hiç duymadınız mıydı kardeşim,


herhangi bir şahın bir gemi ambarında


bir kömür küfesiyle öldüğünü? ..

Bir eski Acem şairi:


«Ölüm âdildir» — diyor.


Yakup,


ne güzel güldünüz, iki gözüm.


Yaşarken bir kerre olsun böyle gülmemişsinizdir...


Fakat bekleyin, bitsin sözüm.


Bir eski Acem şairi:


«Ölüm âdil...»


Şişeyi bırakın Ahmet Cemil.


Boşuna hiddet ediyorsunuz.


Biliyorum,


ölümün âdil olması için


hayatın âdil olması lâzım, diyorsunuz...






Bir eski Acem şairi...


Dostlar beni bırakıp,


dostlar, böyle hışımla


nereye gidiyorsunuz?


nazım hikmet ran



ve ölüme dair bir yazı.Ölüm anında gözlerinin önünden geçermiş hayat. İronik. Ölüyorsun ve hayatın gözlerinin önünden geçiyor, unuttuğun, ötelediğin, gizlediğin her şey, sevgi ve nefret, yalan ve doğru, gülme ve ağlama, ölüm ve doğum… ve sana fısıldıyor, yalan söyledin, onu sen çaldın, kıskançlık ettin, sırasını kaptın o adamın, zayıf davrandın, o hayvancığı sen ezdin… ve sana fısıldıyor, nasıl romanlar hayatı yeniden kurgulamaksa sen de tıpkı bir yazar gibi anılarını kurguladın, o kadar da mutlu değildin o anda, çok da gülmemiştin, o cümleyi de dememiştin… hatırlamaya çalıştıkların ya da, işine lazımken bölük pörçük olup da son anda karşına çıkan bütünlük. Ne zaman bellek bunca şeyi depoladı ve gizledi, nasıl unutmadı, neden vaktinde hatırlamadı… ve neden şimdi?



O kadar çok şey düşünürüz ki, demokrasi, insan hakları, faşizm, sosyalizm, cumhuriyet, Ergenekon, partiler, Türkiye’nin geleceği, cinayetler, siyaset, çıkar ilişkileri, sen-ben davaları… neler neler… ve başkalarının ölümleri…
Rivayet şeklinde, -mış, -miş, -muş, -müş… ÖLMÜŞ. Fiile bir türlü birinci tekil şahıs eki getirmeyi düşünmeden. Hep başkalarının ölümleri, nasıl olmuş, o esnada ne yapıyormuş, anlamış mı, söylemiş mi, yanında kim varmış… ve bazen kazalarla hatırlanan ölüm. Ölmediğin kazalar, hele de aynı gün içinde iki kez yaşarsan ağlatabilen kazalar. Büyük taşın üzerinde mi ağlanmıştı, Roma kalıntısı bir taşın üzerinde, -Ahmet Hamdi Tanpınar ‘a bakmak lazım, Beş Şehir’e- başka ağlayan olmuş mudur acaba o taşın üzerinde- Hacı Bayram’ın hemen ucunda?


Montaigne’den Collateral’e… Sonra akla gelen bir otobüs yolculuğu, orada izlenen filmden akılda kalan ve sarsan tek cümle, “Nasıl olsa karanlıkta bir şey yazamazsın.” Unutulan film ve belki de izlenilmeyen, ama kulağa misafir olan o tek cümle. Karanlıkta yazamamak. Karanlık ölüm mü, karanlık baskıcı tutumlar mı, karanlık gizlenmesi gereken taraf mı? Ölünce yazamamak, okuyamamak, izleyememek… edilgenliğe mahkumiyet. Neden mahkumiyet(!) Ölüm, kimin karanlığı; ölüm, kimin aydınlığı? Bitenin karanlığı, dönenin aydınlığı.


Şimdi yazmalı öyleyse, o ana gelinceye dek yazmalı. Hiçbir kalabalığın o an için kalabalık olmadığını bilerek yalnızlığını yaşamayı öğrenmeli. Fildişi kulene sığınarak, oradan hayata bakmalı, yazmalı, okumalı, izlemeli… yeni kitabının ilk sayfasını açmalı, ilk kelimesini okumalı: Ateşçi.


Biri doğuyor tam şu anda, biri ölüyor tam şu anda, bir bebek annesinin göğsünü emiyor, bir çocuk yere düşüyor, bir araba acı bir fren yapıyor, bir genç kız ağlıyor, bir genç askere gidiyor, bir hırsız gizlice eve giriyor, atılan bir kurşun birini katil ediyor, biri küfrediyor, radyoda yanık bir türkü çalıyor, televizyonda kadınlar göbek atıyor, yankesici bir cüzdan araklıyor, bir dilenci verilen paranın azlığına bakıp lafını içine atıyor, biri kitabının üç yüz on sekizinci sayfasına geliyor, bir tanıdık seni görmeden geçiyor, gözlerine yerleştirdiğin selam sönüyor, liseli bir genç tercih robotuyla geleceğini planlıyor, telefon çalıyor, güneş batıyor, güneş doğuyor, denizin dalgası kayalara değiyor, rüzgar esiyor, ağaçların yaprakları hışırdıyor, martılar uçuyor, ezan okunuyor, başka yerde sela veriliyor, biri ölümü düşünüyor, diğeri sesten rahatsız oluyor, başka bir yerde çanlar çalıyor, sinemada reklamlar veriliyor, biri doğuyor tam şu anda, biri ölüyor tam şu anda…
Ölüm ne ki, ölüm?…


Çok yakın, fazla uzak.






Tanrı gibi, güneş gibi, aşk gibi.






alıntıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder