Bu Blogda Ara

6 Kasım 2010 Cumartesi

dogmalar aidiyet duygusu...

İnanç, insanın gününe enerji pompalayan önemli bir motivasyon kaynağı…


İnanç, hele hele bir sistem biçiminde kurumlaştırılarak, sosyal bir yapılanma düzeyine ulaştırıldığında kişisel günlük motivasyonunun çok üzerinde bir etki alanına kavuşur…

Birey artık günlük yaşantısı içinde sadece psikolojik olarak motive edilen, destek gören bir “süje” değil, bütünlüğüne katıldığı ve içinde eridiği bir “obje”nin [yani toplumun] bir parçası haline gelir…

Artık toplum içinde yalnız değildir.

Büyük bütünün [altı çizilen] bir parçasıdır…

Geleceğe doğru yürüyen organizmanın bir unsurudur…

O artık, toplumun resmi inanç bütünlüğünün bir tuğlasını oluşturmaktadır.

Psikolojik varlığı, tabi olduğu bu toplumsal disipline bağlılığı oranında desteklenmekte, “aidiyet” duygusu ile toplumsallaşmaktadır…

Kabaca koordinatlarını belirlemiş olduğumuz bu toplum tabanlı “zenginlik”, kendi var oluşunu, kendi aklı, hayat tecrübesi ve iradesi ile yaratma meşgalesine kendisini adamış olan yaratıcı insan kişiliğinden önemli farklılıklar göstermektedir.

Birinci insan tipinde, toplumun değer ya da inanç külliyesini şaşmaz bir rehber olarak yaşamının temeli haline getirmiş bir kişililik yapılanmasını görüyoruz. Bu kişi için bir inanç sistemine bağlılık, “aidiyet duygusu” katına erişmiştir ve adeta kişiliğin en temel ve vazgeçilemez bir unsuru düzeyine dönüşmüştür.

Siz o aidiyetin temelini teşkil eden unsura teğet geçtiğiniz anda, kişiliğin savunma mekanizmaları en üst düzeyde alarma geçer… Ve hele, en masum ve uygar bir biçimde de olsa, yaklaşımınız bir eleştiriye yöneldiğinde olaşacak tepki, her türlü tahminin üzerindedir.

İkinci kişi ise, daha çağdaş ve uygar, ama bunun yanında da, çözümlenmesi gereken bir yığın soru, sorun ve sorunsalın göbeğinde sürekli olarak devinen [zaman zaman huzursuz] bir zihin faaliyeti içindedir…

Ünlü Yunan filozofu Pisagor;

- İnsanlar, anlam arayan yaratıklardır, diyor… Temel olan anlamdır!.. Anlamlı kılma çabası, Dünya’daki varlığımızın en önemli bir parçasıdır. O olmadan, ileriye doğru gelişimimizin ana fikri de kaybolacaktır…

Evet… Anlam yaşamın ve ilerlemenin merkezindedir.

Önceden tanımlanmış “anlam”ları bellemek ise, yaşamın gerisine düşmekten başka bir şey değildir.

Ya Dünya’nın anlamsız bir yer olduğu düşüncesinin işine düşmek!..

Sanıyoruz, Dünya’yı ve yaşamı, ezberlenmiş “ön-kabuller” içinden algılamak [daha doğru bir ifade ile sorgulamadan kabullenmek] bizi hangi sığlığa doğru sürüklüyorsa, bu aynı Dünya’nın anlamsız olduğuna inanmak da benzer bir duygusal ve zihinsel sağırlığa götürür…

Hatta hatta Dünya ve yaşam karşısında bu nitelikteki bir duruş, kendimizi boş ve anlamsız bir varoluşa teslim etmek anlamına gelir… Bu anlamsızlık ise, hayatla ilgili tüm “merak”larımızı yitirmeye ve yaşamlarımızı adım adım söndürmeye sürükler…

Bir başka deyişle ifade etmeye çalışırsak, merak etmek, hayattan alınan tadı geliştirmek demektir.

Ünlü bir tarihçi bu gerçeği şöyle özetliyor:

- Merak, gerçek uygarlığın can damarıdır…

Merak etmeyen insan, dogmaların üzerine çıkamaz… Onları sorgulayamaz; gerçekleri sorgulamaları ile eskitip, yeni ve daha doyurucu gerçeklere varamaz.

Bir başka deyişle uygar insan, gerçeği merakı ile öğüten ve böylece yarınların aydınlanmasına omuz veren insandır… Kendisine verilmiş olanlarla yetinip, aidiyet duygusunun içine bir kirpi gibi büzüşerek, hayattan gizlenen bir âdem değil…

faruk haksal

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder